1864 yılında ABD’li Christopher Rheinlander Robert tarafından kurulan Robert Kolej, 1971 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüştürüldü. 1980 ihtilali sonrasında çıkarılan YÖK Yasası ile özerkliğini kaybeden Boğaziçi Üniversitesi, şimdilerde ise atanmış bir rektöre karşı direnişi ile gündeme geldi. Böylece YÖK’ü kaldırma vaadiyle iktidara gelen Ak Parti, tam aksine tüm üniversiteleri “fütuhatçı” bir çabayla iktidara bağımlayarak, görece özerkliklerine de bütünüyle son verdi.
Karar Gazetesindeki köşesinde konuyu değerlendiren Taha Akyol, 5 Ocak tarihli yazısında, Menderes’in benzeri bir girişimine, o zaman milletvekili olan Prof. Osman Turan’ın itirazını nakletmekte: “Üniversitenin özerkliğine zerre kadar halel gelirse o memlekette ilim olamaz, ilim olmayan bir memleketin ise istikbali manen tehlikededir.”
Boğaziçi, Başörtüsü Yasağına Karşıydı
Bilindiği gibi Boğaziçi Üniversitesi, başörtüsü yasaklarına karşı da direnmişti. Bu dönemde rektör olan Üstün Ergüder, “En kolayı ve belki de tek yolu işi polise ve güvenlik güçlerine havale etmek. O zaman kampüsün girişi ‘garnizon nizamiyesi’ne dönüşür. Bu da üniversiteye yakışmaz, değerleriyle uyuşmaz!” diyerek, üniversitenin özerkliği kadar kıyafet özgürlüğünü de savunmuştu.
Osman Can: Üniversite Gençliğinin AKP Kadroları İçin Varoluşsal Bir Tehdit Olarak Görülmemesi Mümkün Değil
Anayasa profesörü Osman Can, kişisel bloğundaki 6 Ocak tarihli yazısında aynı meseleye değinmekte: “Üniversitelere rektör atama rejimi, ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Vakıf veya özel üniversiteleri bir yana bırakırsak, demokratik ülkelerde kamu üniversitelerinin özerkliği ve üniversitenin bilimselliğinin korunması, rektör atama veya seçme rejiminin belirlenmesinde dikkate alınan kriterlerden. Bu nedenle de seçim gibi demokratik usuller öne çıkmaktadır. Hemen belirtelim ki, rektörlük bizdeki gibi çok cazip de değil. Makam aracı veya saray benzeri lojmanları yok; üniversite öğretim üyelerinin kaderi hakkında karar verme güçleri, buna güç demek de doğru değil, buradaki üniversitelerle kıyaslanamayacak düzeyde düşük. Bu nedenle siyasetçilerin ilgi alanına girmez, daha doğrusu yürütme iktidarının müdahale alanı sayılmaz. Akademik kadrolar üniversite kavramının anlam ve amacına uygun olarak görevlerini yerine getirirken, bunun dışında siyasetle ilgilenmelerine, siyasi partilere üye olmalarına engel çıkarılmamakta, üniversite kampüsleri, salonları siyaseti, toplumsal yaşamı ilgilendiren her konunun özgürce müzakere edildiği mekânlara dönüşmektedir. Partizanlıktan uzak bir şekilde elbette… Üniversite sadece kitabi, teknik ve uzmanlık bilgilerinin öğrenildiği/öğretildiği bir mekân değil, bir yaşam alanıdır. Kampüslerin kapısında polis veya güvenlik görevlisi bulunmaz, amfilerde derse katılmak için öğrenci kimliği ibrazı da gerekli değildir.”
Ak Partiyi böyle bir uygulamaya götüren sebepleri de irdeleyen Can, değerlendirmesini şöyle sürdürmekte: “İlk olarak, üniversite öğrencisi dinamik ve sorgulayıcıdır. Kimi zaman, ergenlik sonrası geleneksel olana bazen dürtüsel meydan okuyucudur. Dünyayı, sistemleri, üstyapıları, altyapıları vs değiştirme inancını taşıdığı için her halükarda muhafazakârlık düşüncesi açısından çok da olumlu karşılanmayacak özelliklere sahip olabilir. Üniversite öğrencisi risktir. 80 öncesi üniversite gençliği eylemleri ile Gezi eylemleri zihin dünyasında yan yana geldiğinde, üniversite gençliğinin AKP kadroları ve karar vericileri için varoluşsal bir tehdit olarak görülmemesi mümkün değildir. İkinci olarak öğretim üyeleri ve üniversitenin kurumsal kimliği, evrensel geçerliliğe sahip bilgi ve analizle, diğer bir ifadeyle yanlışlanması güç verilerle kendini ifade ettiği için (ki bu konuda tablo çok da parlak değil), bu da AKP iktidarının gittikçe anakronikleşen siyaset yapma biçimi için varoluşsal tehdittir. Üçüncü olarak üniversitenin elit olması, ki Boğaziçi elit üniversite olarak kabul edilir ve elit üniversite kavramı elitizmle ilgili olmayıp seçkinlik ve saygınlıkla ilgili olarak tüm dünyada kullanılmaktadır, mevcut iktidar sahipleri için kişiliğe ve öz saygıya yönelik varoluşsal bir tehdit anlamına gelir. Zira elitlik, bu kesim için Osmanlı modernleşmesiyle başlayıp Cumhuriyet dönemiyle derinleşen modernist hegemonya karşısında bir aczi, yetersizliği, değersizliği, dolayısıyla aşağılık kompleksiyle malul derin bir kimlik krizini hatırlatır. Daha özelde AKP yönetiminin bir türlü inşa edemediği ‘kültürel iktidar’ konusundaki başarısızlığının da hatırlatıcısıdır. Bu nedenle orantısız bir kızgınlık yaratır; zira olağan sayılabilecek bir kızgınlığa, kendisine duyduğu, ancak bununla yüzleşmek yerine muarızına yansıttığı kızgınlık da eşlik eder. Bu kızgınlığa, kendilerine haksız olduklarını hatırlatan vicdan baskısının ağırlığını da ekleyince sonuç ağır olur.”
Bu durumun kısa vadede iktidar için bir kazanç olsa da, uzun vadede Türkiye açısından bir kayıp olduğunu belirten Can, sözlerini şu cümlelerle bitirmekte: “Nihai sonuç ise sadece Boğaziçi Üniversitesinin, öğretim üyeleri ve öğrencilerinin değil, bilimin ve Türkiye’nin kaybediyor olmasıdır. Çürüme ve yozlaşma tsunami dalgası gibi tüm kurumlarda yıkıma yol açıyor. Bu coğrafyada yaşayan herkes, bu ülkenin her bir yurttaşı, yöneticiler ve onları destekleyenler de dahil olmak üzere kaybediyoruz, birlikte kazanabilecekken…”
Perinçek’ten Atamayla İlgili Açıklama Geldi
Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek de, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan AKP’li Prof. Dr. Melih Bulu hakkında dikkat çeken bir açıklamada bulunarak hükümete tepki gösterdi.
Epey zamandır kendini Cumhur İttifakı’nın MHP’den sonra üçüncü ortağı olarak gören Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, -özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra- ülkede “siyaset, devlet ve mevcut iktidar” adına birçok söylemde bulunuyor, saptamalara girişiyor ve Erdoğan ile AK Parti’nin “istenilen çizgiye” geldiğini dillendiriyor. Gözlemlendiği üzere de “sükut ikrardan gelir” kabilince, iktidardan hiçbir kimsenin bu çıkışlara yönelik karşı bir ifadesi olmuyor