George Floyd meselesinde Amerikan toplumunun liberal değerleri esas alan kesimlerinin bu olayı münferit bir vaka olarak değerlendiriyor. Irkçılığın Amerikan politik sisteminin ürettiği yapısal bir patoloji olarak değerlendirmek yerine daha partikülarist yaklaşım geliştiren bu anlayış biçimi, sistemin işleyişinde temel bir sorun olmadığı, mevcut işleyişi ihlal eden tutumların tamamen istisnai vakalar olduğunu ileri sürüyor. Böylelikle geleceğe ilişkin kapsamlı bir sorgulamanın ve bu doğrultuda yapılacak bir reformun önünü ister istemez tıkanmış oluyor.
George Floyd hadisesinin ABD’de çok önemli sorgulamaların yaşanacağı bir dönemin kapılarını aralayacağına dair umutlar giderek güçleniyor. Covid-19 salgını ve bunun yarattığı devasa işsizlik rakamlarıyla birleşen toplumsal karmaşa, sağlık ve sigorta uygulamalarından emeklilik sistemine, toplum yapısından neo-liberal politikalarına kadar devasa bir gözden geçirme operasyonunun gerekliliğini ortaya koymuş görünüyor. Ancak Amerikan siyasi elitinin bu gerçekliği ne kadar anladığı ya da anlamak istediği meselesi oldukça belirsiz.
Amerikan toplumunun mustarip olduğu sancı sadece ırkçılıktan ibaret değil. Paranoyak bir toplumsal yapının sürekli pompaladığı güvensizlik ortamı, bireysel silahlanmanın vardığı boyutlar, liberal ekonomi politikalarının en küçük bir dayanışma ruhunu bile yok ettiği ekonomik bencillik, sistemin toplumu en küçük yapı taşına kadar kendisine benzetmesi, bunun uzantısı olarak en ufak bir toplumsal karışıklıkta patlak veren yağma hareketleri vs. kronik sorunlardan birkaçı.
Virüsün giderek kıta içlerine doğru yayılmaya başladığı ve enfekte vaka sayısının anormal artış kaydettiği pandemi günlerinde, güvensizliğin tekinsiz bir evren algısını nasıl beslediğini ve sosyal atmosferi nasıl zehirlediğini gösteren bir örnek, bireysel silahlanmada yaşanan patlamaydı. Silah satan mağazalara insanların akın ettiğine ilişkin haberlere anlam veremedik hiçbirimiz.
İnsanların salgın nedeniyle büyük bir kaos beklentisi içerisinde olduğunu, amacın silahlanarak nefsi müdafaa olduğunu duyduğumda ufak çaplı bir şok geçirdiğimizi hatırlıyorum. Dünyada salgın sürecinde toplumsal karışıklıklar bekleyen, bu kaosa karşı aklına ilk tedbir olarak silahlanma gelen tek ülke Amerikalılar mıydı emin değilim ama bu, birçok şey açısından önemli bir göstergeydi.
Dünyanın en üretken, en gelişmiş ekonomilerden birine sahip bir ülkenin böylesine patolojik bir toplumsallık göstermesi, ırkçılığı besleyen diğer toplumsal faktörlerin de üzerinde durulmasını gerektiriyor. 21’inci yüzyılın ilk yirmi yılını geride bıraktığımız şu günlerde toplumun güvenliğini sağlamaktan sorumlu kolluk kuvvetlerinde ırkçılığın halen kendisine yer bulabilmesi, sadece ABD açısından değil benzer durumların yaşandığı başka coğrafyalarda da sorgulanmalı. Irkçılık sadece ABD’nin sorunu değil, burası net.
Öte yandan ortamlarda ABD’den bahis açıldığında genelde dünyanın en köklü ve sağlam demokrasilerinden biri olduğu söylenerek sohbete başlanır. Aslında bu belki biraz, daha 19’uncu yüzyılda Amerikan demokrasisine övgüler düzen ve Avrupa’dan çok daha özgürlükçü olduğunu ateşli bir şekilde savunan Alexis de Tocqueville’in az çok mürekkep yalamış insanlar üzerindeki etkisi nedeniyledir.
Aslında doğrunun sadece bir bölümünü yansıtan bu tespit, aynı zamanda büyük ölçüde özel mülkiyetin korunmasını merkeze alan 18’inci yüzyıldan kalma yasal sistemin Amerikan anayasası ışığında bir okumaya tabi tutulduğunda, ABD’nin güncellenmemiş toplumsal ve siyasi bir yapı olduğu gerçeğini gözlerden saklamaya matuf gibidir. Bir başka ifadeyle Amerikan siyasal ve politik sisteminin yanı sıra hukuk sitemi de sosyal devlet dayanışma gibi en azından 20’nci yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da kendisine yer bulmuş değerleri değil, vahşi kapitalist anlayışın hâkim olduğu dönemden kalma, şirketlerin borsalarda büyük manipülasyonlarla, köle ticareti ve etik meşruiyeti tartışmalı ticari faaliyetlerin sonucu olarak ortaya çıkan zenginliklerden elde ettiği kârların korunmasını esas almakta. Bu yüzden evsizlik başta olmak üzere ekonomik eşitsizliğin en acımasız gerçeklerinin dünyanın bu bölümünde yaşanması hiç kimseye şaşırtıcı gelmiyor.
Sahip olunan zenginliğin yeniden dağıtımına ilişkin tartışmalar Amerikan kamuoyunda hep sürse de bu, azınlıkların siyasi güç kazanmasını engelleyen 18’inci yüzyıla dayanan yasal sisteme ilişkin asla kapsamlı bir dönüşüme yol açmıyor. Nitekim Amerika’nın pek çok Avrupa ülkesinde sosyalist partilerin büyümesini kolaylaştıran “Refah Devleti” uygulaması, Amerikan devletinin kuruluş felsefesine aykırılığı nedeniyle sürekli itirazla karşılaşıyor. Ayrıca ABD’nin federal yapısı, merkezi hükümetin mevcut zenginliğin yeniden dağıtımına ilişkin rolünün kısıtlanmasına katkıda bulunmakla kalmıyor aynı zamanda mevcut neo-liberal eşitsizliğin sürdürülmesi için de bir bahane teşkil ediyor.
Avrupa ile ABD’nin ekonomik sistemlerinin somut karşılaştırılması, aslında yoksullara bakışta net bir şekilde ortaya çıkmakta. ABD’deki hâkim anlayış, yoksulları çalışmak istemeyen ya da çalışmaktan kaytaran tembeller olarak görürken Avrupa’da yoksulların daha çok talihsiz insanlar oldukları düşünülür. Her iki coğrafyada da ekonomik sistem büyük ölçüde temel bakış açısındaki farklılıkların sistemleştirilmesi ve kurumsallaştırılmasına dayanıyor.
George Floyd meselesine gelindiğinde ise, her kesimin olayı farklı açılardan değerlendirmesi nedeniyle farklı sonuçlara ulaştığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Amerikan toplumunun liberal değerleri esas alan kesimlerinin bu olayı münferit bir vaka olarak değerlendirirken çözümü, katil polise en ağır cezayı vermede görüyorlar. Irkçılığın Amerikan politik sisteminin ürettiği yapısal bir patoloji olarak değerlendirmek yerine daha partikülarist yaklaşım geliştiren bu anlayış biçimi, sistemin işleyişinde temel bir sorun olmadığı, mevcut işleyişi ihlal eden tutumların tamamen istisnai vakalar olduğunu ileri sürüyor. Böylelikle geleceğe ilişkin kapsamlı bir sorgulamanın ve bu doğrultuda yapılacak bir reformun önünü ister istemez tıkanmış oluyor.
Buna karşın Trump’ın radikal sol görüşte olduğunu ileri sürdüğü “İlerici” Minnesota valisinin mevcut polis teşkilatını lağvedip yerine farklı bir kolluk gücü sistemini getireceğini deklare etmesi, ırkçılığın iyice yerleştiği Amerikan politik sisteminin sorgulanması için yeni bir başlangıç olabilir.
“Şayet sistem karşıtı değilsen, adaletten yana değilsin demektir.”
İslam Özkan kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.