Geçmiş yıllarda dindar kesimin öncelikleri farklıydı. O zamanlar namazı cemaatle kılmanın faziletlerinden, tesettürün mahiyetinden, helal kazancın öneminden, çocukları İslami bilinç noktasında yetiştirmenin metotlarından bahseder ve dünyanın ahiret için bir imkân olduğuna değinirlerdi. O zamanlar bizim mahallenin sakinleri, ötelerde bir haksızlık yaşandığında bunun verdiği ızdırabı bütün hücrelerinde hisseder ve tepkilerini en yüksek sesle dile getirirlerdi. Bir araya gelip konuştuklarında gündemlerinde Resulullahın örnek hayatı, sahabenin yürüdüğü kutlu yol olurdu ve insanları dış görünüşlerine göre değil iç dünyalarına göre yani eylemlerine göre değerlendirirlerdi. Şehadet en büyük arzularıydı, konuşurken birbirlerine hayırlı bir yaşam ve hayırlı ölüm temennisinde bulunurlardı. İstikamet üzere yaşayabilmek için birbirlerinden dua ister ve hakkı tavsiye ederlerdi. İsrafın haram olduğunu birbirlerine hatırlatır ve ihtiyaç dışı olan, biriktirilen şeyde başkalarının hakkı olduğunu vurgular ve bundan hicap duyarlardı.
Bir asır değil 30-40 yılda ne çok şey değişti hayatımızda. Zaman değildi dönüşen başkalaşan bizdik bizim hayatlarımızdı ama bunu anlayamadık…
Görmekteyiz ki artık dindar kesimin gündeminde ne namaz var, ne tesettür var, ne paylaşım var, ne hakkaniyet var ne de haksızlığın karşısında durmak var. Daha dün yerden yere vurduğumuz kokuşmuş hayatlar bu gün bizim dünyamızın bir parçası haline geldi ne acı!
Geçmiş dönemde bizim mahallenin sakinleri namaza önem verir ve namazın kalitesini artırabilmek için birbirlerine tavsiyelerde bulunurlardı. Hayat algımız değiştikçe önceliklerimiz de değişti ve bu sorun sadece davranışlarımıza değil ibadetlerimize de yansıdı.
Resulullah ve onun güzide sahabesinin hayatlarına baktığımızda namazın merkezi bir noktada değerlendirildiğini ve diğer işlerin namaz aralarında kalan vakitlerde icra edildiğini görüyoruz. Bizim mahallenin sakinleri için ise namaz işlerin, gündelik meşgalelerin arasına sıkıştırılan bir görev, bir sorumluluk. Biliyorsunuz insanlarımızın bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen, meşgaleleri, vakitlerini alıp götüren ciddi işleri var. Ve ne yazık ki, dünya işleri inancımızın ve ibadetlerimizin önüne geçmiş vaziyette. Bu çok vahim bir durum!
Dünyanın büyüsüne kapılan insanlarımız işlerden arta kalan vakitlerde fırsat bulurlarsa namaza duruyorlar fakat zihinleri hep meşgul. O yüzden namaza yönelirken büyük bir isteksizlik, memnuniyetsizlik hali yaşıyorlar. Bitmek bilmeyen meşgaleler, vaktimizi çalan dünyevi hesaplar, zihnimizi meşgul eden şahıslar, olaylar nesneler bizi hangi noktaya getiriyor fark ettiniz mi? Hamdolsun inanıyoruz, hamdolsun istikamet üzere yaşayabilmek için gayret göstermekteyiz fakat iddiamızda ne kadar samimiyiz? Önceliklerimizi nasıl ve neye göre belirliyoruz?
Gündelik meşgaleleri, olayları ve şahısları kıldığımız namazın önünde tutuyorsak kabul etmeliyiz ki, biz iddiamızda samimi değiliz ve dünyevileşme hastalığının pençesine takılmışız. Kabul etmeliyiz ki, bizler kapitalist çarkın değirmeninde öğütülmüş ve başkalaşmışız. Ve bize ait olmayan nesneleri sahiplenip, ebediyete doğru akan o yolu görmez hale gelmişiz doğru değil mi?
BİRKAÇ SÖZ
Rabbimiz kendisiyle güçlü bir rabıta kurabilen huşu sahibi kişilere namazın ağır gelmeyeceğini haber verir.
“Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Gerçek şu ki namaz Allah’a karşı huşu duyan kimselerden başkasına ağır gelir. O huşu sahipleri (bir gün olup da) Rablerine kavuşacaklarına ve ona döneceklerine kesin inanırlar” (Bakara 45-46).
Huşu sahipleri namazı bir yük olarak değil, bir deva, bir kavuşma ve muhabbet anı olarak görürler ve koşarlar.