“Bizi Yenen Sizler Değilsiniz, Onlar!”

Mücahit Gültekin, reele ve çıkarcılığa kapılmadan sabrın, sebatın ve direnişin zaferi olan Bedir Savaşı’nın, bugün İsrail örneğinde olduğu gibi emperyalist zulme karşı çıkmanın da ad olduğu gerçeğini bizlere hatırlatıyor.

“Bizi Yenen Sizler Değilsiniz, Onlar!”

“Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vadetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve inkâr edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu.” (Enfal Sûresi: 7)

Bedir Savaşı hakkında nazil olan bu ayet bizlere, direnmenin psikolojisine dair çok kıymetli bilgiler verir. Ancak bu hususa girmeden evvel Bedir Savaşı’nın gelişim sürecine kısaca bakmak gerekiyor.

Miladi takvim 624 tarihini gösteriyordu, hicretin 2. yılıydı. Peygamber Efendimiz (SAV), Ebu Süfyan’ın idaresinde bir ticaret kervanının Suriye’ye gittiğini haber almıştı. Ashabını toplamış, kervanı dönüş yolunda Bedir civarında ele geçirebileceklerini söyleyerek, onları sefere davet etmişti. Ramazan’ın 12. günü -hastalık ve görevli olmak gibi sebeplerle izinli sayılan 8 kişi hariç- 74’ü muhacirden, geri kalanı Ensar’dan 305 kişi (Allah hepsinden razı olsun), 70 deveyle birlikte yola çıktı. Ebu Süfyan operasyonu haber alınca yolunu değiştirdi ve Mekke’ye haber gönderdi. Mekkeliler 1000 kişilik ihtişamlı bir ordu hazırladılar. Orduda 700 deve, 100 de at vardı. Peygamber Efendimiz (SAV) ve ashabı Bedir civarında kervana baskın için beklerken, Mekke’den böyle bir ordunun yola çıktığından habersizlerdi. Kureyş ordusunun Bedir kuyularına su almak için gönderdikleri bir köleyi yakaladıklarında bunu öğrendiler. Şimdi iki seçenek arasındaydılar: Kureyş ordusu ya da ticaret kervanı.

Peygamber Efendimiz, bu yeni durum karşısında ashabını toplayıp görüşlerini sordu. Girişte verdiğimiz ayetten de anlaşılacağı gibi, ashabdan bazı kişiler Kureyş ordusuyla karşılaşmak istemiyor, kervanı tercih ediyorlardı. Bu anlaşılabilir bir şeydi. Birincisi kervan bir ordu değildi, hem “kolay” hem de “kârlı” bir seçenekti. İkincisi, kervanın önünü kesmek için yola çıkmışlardı, bir orduyla savaşmak için değil. Üstelik üzerlerine gelen ordu da her yönden kendilerinden “katbekat” üstündü. Öyle ki, Ebu Cehil’in Müslümanların ordusu hakkında bilgi alınca şöyle dediği söylenmiştir: “Bunlar bir lokmadan başka bir şey değildirler. Kölelerimizi göndersek onları yakalayıp getirebilirler.”

Kur’an, o iki seçenek arasında kalındığı anın psikolojik atmosferini şöyle açıklıyordu:

“Gerçek apaçık ortada olduğu halde, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle o konuda tartışıyorlardı.” (Enfal Sûresi: 6)

Hakikaten de hangi beklenti ve umutlarla yola çıkmışlar, neyle karşılaşmışlardı? Bir tarafta 40 kadar muhafızın koruduğu “mal yüklü kervan”, diğer tarafta bütün kibriyle Müslümanları yok etmeyi kafasına koymuş görkemli bir ordu.

Hz. Peygamber’in (SAV) düşüncesi Kureyş’le karşılaşmak idi. Ebu Cehil’in başında bulunduğu ordu ile Ebu Süfyan’ın başında bulunduğu kervanın arasında önemli bir anlam farkı vardı. Kervan Kureyş’in bir parçasıydı, Kureyş’in kendisi değil. İfsadın, bozgunculuğun ve düşmanlığın kalbi kervan değil, Ebu Cehil ve diğer Mekke önderlerinin başında bulunduğu Kureyş ordusuydu. Kaldı ki Müslümanların varlığını bitirmek için meydan okuyan, üzerlerine gelen onlardı. Savaş bir bakıma kaçınılmaz görünüyordu. Dahası, Enfal Sûresi 7. ayette vurgulandığı gibi, Allah’ın muradı da mü’minlerin eliyle düşmanların kökünü kurutmak, İslam’ı bütün bir dünyayı kuşatacak ebedi kurtuluş müjdesi yapmaktı.

Hz. Peygamber, ashabın isteksizliği ve çekincelerinden dolayı üzüldü ama bir şey demedi. Daha zor ama daha önemli ve asıl olanın yerine, daha kolay ve daha kârlı olana yönelmişlerdi. Diğer bir ifadeyle, realitenin koşullarının dikkate alıyor, zorluğa –hatta imkânsız gibi görünene- direnmenin nasıl bir mucize var edeceğini bilmiyorlardı.

Sonunda Peygamber Efendimiz’in üzüldüğünü fark eden ve niyetini anlayan sahabe, onunla birlikte savaşmaya söz verdi. Ensar’ın ileri gelenleri sonuna kadar onun arkasında olduklarını ifade ettiler. Nihayetinde Allah’ın vaadi gerçek oldu. O isteksizlik, çekince ve tedirginlik iklimi dağıldı. Allah üzerlerine bir sükûnet ve güven indirdi. Hiç beklenmemesine rağmen yağmur başladı. Bu, Allah’ın rahmetinin Bedir ashabını kuşatacağının ilk işaretiydi. Savaş başladığında nişanlı melekler de onların yanında savaşacak, savaş bittiğinde ise İslam’ın aziz mesajı önce Arap Yarımadası’nı sonra ise bütün bir dünyayı kaplayacaktı.

(1) Bedir Savaşı’na ilişkin verdiğim rakamlarda rivayetler arasında kimi farklılıklar olduğunu belirtelim.

Bedir zaferi bir milat, bir dönüm noktasıydı. İslam’ın mesajı bu savaşın ardından Arap kabileleri arasında yankılandı. Artık Arap Yarımadası’nda Medine’yi dikkate almayan hiçbir hesap yapılamaz, hiçbir denge kurulamazdı. Ümeyye b. Halef, Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ebu Cehil b. Hişam gibi Mekke liderlerinin cesetleri önlerinde duruyordu. Bedir, apaçık ve kalıcı bir zaferdi.

Ancak bu zaferin öncesinde zaferi getiren bir perspektif devrimi yaşanmıştı. Zafer, ashabın tercihini, yönelimini değiştirmesiyle gelmişti. Tek bir tercih, tedirgin ve çekingen bir topluluktan “Bedrin Aslanları” diye anılan, ebediyete kadar yaşayacak bir topluluk var etmişti. Bedir zaferinin kalıcı bir mesajı da buydu: Kolay ve kârlı olana değil, zor ve bedeli ağır görünse de asıl ve anlamlı olana yönelin.

Zafer, bu yönelişin sonucudur. Diğer bir ifadeyle Bedir Savaşı birbirine bağlı iki zafer vermiştir Müslümanlara. Sahadaki zafer, öncesinde psikolojik ve zihinsel dünyada kazanılan bir zaferin neticesidir. Sahadaki zafer, zor ve imkânsız gibi görünse de düşmanın kalbine, merkezine ve beynine karşı durma iradesini gösterebilmenin neticesidir. Reel şartlar “göz göre göre ölüme sürüklenmek” gibi görünse de bu tercihi yapmak, bu iradeyi göstermek realiteyi altüst etmişti.

Bedir zaferi bu İlahi kuralın yeniden hatırlatmasıydı. Diğer her şey; mal-mülk, asker sayısı, teknolojik imkânlar, planlama ve strateji vb. hepsi bu İlahi kurala bağlı kalındıkça değerli ve geçerliydi. Her ne zaman bu kural unutulursa diğerleri olsa da önünde sonunda hezimet kaçınılmazdı. Nitekim bir yıl sonra Uhud Savaşı bu İlahi kuralı bu defa tersten hatırlatacaktı. Sadakat ve direnme, yerini “ganimet duyarlılığına” bıraktığında gelecek gibi görünen zafer hezimete dönüşüveriyordu.

Gerçekten de, Bedir ashabı, Kureyş ordusunu değil de kervanı tercih etseydi acaba ne olurdu? Acaba o kolay gibi görünen lokma demir leblebiye dönüşür müydü? İşler nasıl cereyan ederdi? Bunları bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, psikolojik ve zihinsel dünya, sahada olup biteceklerin habercisidir. Nitekim yıllar sonra Huneyn’de bu İlahi kural kendini yeniden hatırlatacaktır.

Bu İlahi kural her zaman yürürlüktedir; değişmez ve değiştirilemez. Bu kuralı dikkate almayan hiçbir bakış açısı Bedir’de olup bitenleri kavrayamaz. “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” ne demektir? Saf saf inen melekler Müslümanların yanında nasıl savaşır? Korku yerini güvene nasıl bırakır? Kalpler nasıl değişir? Mekke liderlerinin kibri nasıl kırılıp, cesede dönüşür?

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saff Sûresi: 4)

Allah sevdiğini yalnız bırakmaz, onların şanını yüceltir.

Allah, savaşın İlahi kuralını göz ardı eden “garantici bakış açısını” sevmez. Kolaycı, çıkarcı, hesapçı bakış açısını sevmez. Çünkü böyle bir bakış açısı kervanın mallarına el koysa da, o kervanı var eden karargâhı ve merkezi bir türlü hedefleyemez. Küfrün, şirkin ve ifsadın çevresinde dolaşan “ikircikli” bir strateji kalıcı bir zafer elde edemez.

*

Bugün İsrail’i ve müttefiklerini korkutan, bu İlahi kurala bağlı direniş cephesinin varlığıdır. Filistin’de, Lübnan’da, Yemen’de bütün yokluk ve yoksulluklarına rağmen İslam ümmetine zaferler hediye eden ama bununla yetinmeyip asıl ve kalıcı zafere yönelmiş bu cephenin varlığı küfrün ve zulmün elebaşlarını korkutmaktadır. İsrail’i normalleşmeye iten, ülke ülke dolaşıp kendi varlığını garantiye almaya çalışmasının arkasında bu cephenin sarsılmaz iradesi vardır. Artık İsrail hiçbir yerde güvende değildir ve olmayacaktır. Bu cephenin şehid liderleri vardır. Bu direniş, Şeyh Ahmed Yasin, Abbas Musavi, Yahya Ayyaş, İmad Mugniye, Abdülaziz Rantisi gibi nice liderlerin temiz kanı üzerinde yükselmektedir. 

Şeyh Ahmed Yasin, bir defasında şöyle demişti: “Başlangıçta hasta ve bitkin bir nesil olan biz, şimdi savaşan bir nesil olduk. Felaket döneminin nesli gitti. Taş ile, bomba ile mücadele eden bir nesil geldi ve gelecek nesil hürriyetine kavuşmuş bir nesil olacak inşallah.”

Buna inancımız tamdır. Çünkü Bedir’de yaşananlar Bedir’de kalmayacaktır. Allah’ın gaybi yardımları zulmün ve ifsadın merkezine yönelen direnişle birlikte olacaktır.

*

Bedir Savaşı’nın unutulmaz sözlerinden biri de Ebu Cehil’e aittir. Kibrin ve istikbarın belinin büküldüğü o dakikalarda Ebu Cehil’in Abdullah b. Mesud’a (ra) şöyle dediği rivayet edilir: “Bizi yenen sizler değilsiniz, onlar!”

Ebu Cehil, kimle savaştığının farkına varmıştı. Karşısında 305 kişinin haricinde bir de “Onlar!” vardı. Onlar, yani Allah’ın nişanlı melekleri. Kureyş ordusunun karşısında “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” denilen bir ordu vardı. Böyle bir ordunun sayısının, imkânının, büyüklüğünün ne önemi var ki? Böyle bir ordunun karşısında hangi müstekbirin beli kırılmaz ki?

Ebu Cehil’in tespiti doğrudur ama eksiktir. Kureyş’e diz çöktüren “onlar”dır. Ama onları sahaya çağıran, onları devreye sokan Kureyş’e yönelmeyi tercih eden iradedir.

Bu irade var oldukça “onlar” bizimle olmaya devam edecektir.