Bizi samimiyet kurtarabilir ancak!

Yusuf Kaplan- 22.04.2018

Bizi samimiyet kurtarabilir ancak!

Samimiyetimizi yitirdik biz.

Ayartıcı araçlara -güce, paraya, makama mevkiye- ve bütün değerlerimizi çözücü, her şeyi çürütücü, ruhumuzu çölleştirici -üstelik de geçici!- ?dünya?ya yenildik o yüzden.

İnansın ya da inanmasın, insanı insan yapan, insanca bir hayat sürdürmesini mümkün kılan itici güç, samimiyettir oysa.

 

SAMİMİYET: HAYATA RUH VEREN BÜYÜK CİHAD

Samimiyet nedir peki?

Samimiyet, hayatın ruhudur.

Büyük cihaddır samimiyet: Kişinin dünyaya çeki düzen vermeden önce kendine bakması, kendine çeki düzen vermesi, aksi takdirde dünyaya hiç bir şey veremeyeceği şuuruna ermesidir.

İnsan, hayatın dokusunu, kokusunu, görünür görünmez boyutlarını, bu ruhla kavrar, bu ruhla tadar; bu ruhu koruyabildiği ölçüde hayatı anlamlı bir şekilde yaşar...

SAMİMİYETİN ÜÇ TEMELİ: MESELE, MESULİYET VE SUAL

Samimiyet aynı anda üç temel üzerinden yükselir ve meyve verir:

İlk temel, mesele sahibi olmaktır.

İkinci temel, meselesini hayata geçirecek bir mesuliyetle donanmasıdır insanın.

Ve son olarak da, sual sorabilmesidir. Sual, mesele´siyle ve mesuliyetiyle ilgilidir insanın evvelemirde.

Bu üç temel, etle tırnak gibi iç içe geçmiştir: Biri eksik olunca, bina çöker; insan sendeler, düşer; enkaza kurban gider...

O yüzden meselesi olmayan insanın mesuliyeti de olmaz. Mesuliyeti olmayan, mesuliyetinin farkına varamayan insanın, sual sormasını beklemekse, olmayacak duaya âmin demektir.

Samimiyeti bir ağaca benzetirsek... Kökü, mesele; dalları, mesuliyet; meyvesi, sual´dir samimiyetin.

Sual, bu sıralamada, üçüncü ve son sırada yer alsa da, mesele´yi diri tutan, mesuliyeti koruyan ve kanatlandıran dinamiktir.

DÜNYANIN SAMİMİYETİNİ YİTİRİŞ HİKÂYESİ...

Çağımız, dünyasız insanların, insansız dünyaların çağıdır. O yüzden ayartıcı devâsâ bir ağdır: Araçların kutsandığı; kabuğun, görüntünün, formun özü, gerçeği ve normu yuttuğu ve buharlaştırdığı bir çöl.

Hızın, hazzın, ayartının baştan çıkarıcı çıkmaz sokağı.

Hız, haz ve ayartı, insanın duyarlıklarını yitirmesine yol açıyor.

Daha da kötüsü, hız, haz ve ayartı, din-dışı kutsallıklarda (futbol, müzik, film, sanal medyanın insanı hayattan, hayatın acı gerçeklerinden, dolayısıyla dünyadan uzaklaşmasını, kaçmasını sağlayan) postmodern popüler ikonlarında patlama yaşanmasına neden oluyor...

İnsan, duyarlıklarını, dolayısıyla ruhunu yitiriyor, canlı cenazeye dönüşüyor ve yaşarken ölüyor...

Hayatı duyamayan, hayata dokunamayan insanın hız, haz ve ayartı için mücadele vermesi özgürlük olarak algılanıyor...

İnsan hiç bu kadar köleleşmemiş ve köleleşmeyi, baştan çıkarıcı araçların, güdülerin kölesi olmayı özgürlük olarak görmemişti.

Modernlik, aklı kutsamış, dünyaya egemen olmak için araçları, güç üreten araçları insanın yegâne amacı olarak belirlemiş ve araçların, amaçların önüne geçmesinin önünü sonuna kadar açmıştı...

Postmodernlik, güdüleri, arzuları, duyguları kutsadı; insanı güdülerinin, arzularının ve duygularının tutsağı yaptı...

Buna da ?özgürlük? dedi.

Ne, ne dediğini, ne de niçin böyle dediğini bilemediğini itiraf ederek üstelik!

Kant, ?aklını kullanmaya cesaret et!? demişti modern insana.

Modern insan, aklını kullanmadı, kutsadı. Ava giderken avlandı: Dünyaya / tabiata hâkim olma güdüsü, insanı güttü: Sınırlı aklının aşırılıklarının kurbanı yaptı.

Aklını kullanan modern insan, çocuksuluk çağından kurtulacak, ergenlik çağına ulaşacaktı, Kant´a göre.

Ama tam tersi oldu: İnsan, araçların egemenliğini aklamaktan başka bir işe yaramayan aklını kaldırıp attı postmodern süreçte ve arzularının, güdülerinin ve duygularının çocuksu dünyasına kaçtı...

Araçları kutsayarak amaçlarını kaybeden ve samimiyetini yitiren modern insanın hazin postmodern yok oluş serüveniydi yaşadığı ve -bütün dünyaya hâkim olduğu için de- bütün insanlığa yaşattığı ontolojik felâket.

SAMİMİYETİNİ YİTİREN, İNSANLIĞINI DA YİTİRİR...

Samimiyetini yitiren insan, insanlığını da yitirir´di oysa. Bu kaçınılmazdı.

Meselesi kalmamış, mesuliyet fikri yok olmuş, olup bitenleri anlamasını ve anlamlandırmasını sağlayacak sual sorma melekeleri de iptal olmuştu.

Çölleşen bir dünyanın ortasında, birbirinin kopyesi ruhsuz kitleler arasında yapayalnızdı insan. Hıza, hazza ve ayartıya sığınmaktan başka çıkış yolu kalmamıştı.

Çıkış değil, kaçıştı bu: Hayattan kaçış, gerçeklerden kaçış, kendinden kaçış...

Dünya küreselleşti: Bütün sınırları yok etti, küçüldü; ve, insanı bu ?daracık? dünyada adeta bir Frankenstein gibi yuttu.

BİZİ KURTARACAK RUH...

Oysa insanlığın, İslâm´ın insanın sığabildiği yeri kâinât, kâinâtın sığamayacağı kadar uçsuz bucaksız ?dünya?yı da insan olarak gördüğü insan-ı kâmil modeline ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde, bu toprakların insanının samimiyetini yitirmesi, meselesizleşmesi, mesuliyetsizleşmesi, sual sorma melekelerini yok edecek kadar çürümesi, çözülmesi, ruhsuz, duyarsız bir varlığa dönüşmesi nasıl ürpertici büyük bir trajedidir öyle, anlatamam.

Biz de araçları amaç hâline getirdik; amaçlarımızı yitirdik...

Siyaseti, gücü, parayı, makamı mevkiyi kutsadık...

Ve samimiyetimizi kaybettik...

Dünyanın, tam da İslâm´ın insanlığın yükünü omuzlarında hisseden mesele sahibi, mesuliyetini müdrik, ?nereye böyle, nereye?? diye önce kendini, kendimizi sigaya çekmemizi mümkün kılan sual sorma melekeleri her daim diri insan tipine her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde hem de!

Duvara toslamak üzereyiz...

Toparlanıp kendimize gelmeliyiz vakit geç olmadan.

Dünyayı, dünyanın geçici, ayartıcı araçlarını elimizin tersiyle itebilmeli, kalıcı olanın, hakikatin izini sürecek taze bir yolculuğa ?vira bismillah...? diyebilmeliyiz yeniden.

Unutmayalım: Bizi, her alanda mesele sahibi kılacak, insanlık çapında bir mesuliyetle donatacak, başta kendimiz olmak üzere insanlığın nereye gittiği sualini gönülden, yüreğinin tam kalbinden soracak samimiyet kurtarabilir ancak.

Büyük cihad şuurunun şiire durdurulması yani.

Vesselâm.