Sorularla tam olarak yüzleşemiyoruz, çok zahmetli geliyor. İçimizi rahatlatacak, bize ?tamam işte cevap bu? diyen ilk açıklamaya tav olabiliyoruz. Aslında ikna olduğumuz cevap zaten ikna olmaya hazır olduğumuz ezberdir. Onu başka bir ağızdan tekrar, belki ufak bir kılık değişikliğiyle, az bir ses tonlaması farkıyla veya birkaç kelime farkıyla duyduğumuzda sadece imanımızı tazelemiş oluyoruz.
Oysa soru orada bir kez sorulmuş ve askıda kalmış olarak durur. Biri bize arka kapıdan sıvışmanın yolunu gösterdiğinde hiç tereddüt etmeden o sorudan kaçmaya can atıyoruz. Yeter ki sorular kafamızı kurcalamasın, beynimizi kemirmesin, vehmettiğimiz uzlaşmalarımızı riske atmasın.
Tarih veya tarihselcilik sorusu, böyle bir sorudur. Bu konu her açıldığında, ne yalan söyleyeyim, umutlanıyorum, bu kez gerçek bir tartışma çıkar belki, bu sorunun bizi yönlendirdiği yerin uçlarına kadar, değilse bile gidebildiğimiz yere kadar gideriz belki. Daha önce değişik vesileler oldu ve her seferinde karınca kararınca bu köşede veya başka mecralarda bu sorunun hak ettiği ilgiyi göstermeye çalıştım. Tarih sorusu çok önemli gerçekten. Günümüzde de, geçmişte de insanlar arasındaki ihtilafların en önemli sebeplerinden.
Geçtiğimiz Mart ayında da Cumhurbaşkanımızın bazı dini söylemlerin güncellenmesi ile ilgili olarak bu tartışma çıkar gibi olmuştu. Ben tartışmaya acizane ?Ezmanın teğayyuru? ile ?Kimlerin ezmanındayız? veya Tarihselciliğin Paradoksu? başlıklı iki yazı ile katılmaya çalışmıştım. Amacım elbette tartışmayı bitirmek veya tüketmek değildi.
Nitekim tüketemedim ama tartışma başladığı gibi bitti. Bir katkısı mutlaka olmuştur. İnsanoğlu bir söyleşidir çünkü, Hölderlin´in dediği gibi ?biz bir söyleşi olalı / ve birbirimizden işitebileli.?
Türkiye´de İslam düşüncesi de bir söyleşi olarak şekillenebilir ancak. Bu da işte tarihselliğimizin en önemli tezahürü. Kim ne demiş, diğeri ona ne cevap vermiş? O bunu demeseydi, diğeri ona bu cevabı vermiş olur muydu? Demek ki ortaya çıkan cevap sorulan sorunun peşine takılıp oluşmuş bir metin.
Ya o metin hemen başka soruları ve başka ifadeleri de harekete geçiriyor mu? Geçiriyor. Düşünceler böylesi bir diyalog içinde gelişiyor, şekilleniyor ve zaman içinde katılan herkesin kalitesini ortaya koyuyor. Bir diyalog havası yansıtmayan metinler bile bir şekilde belli bir düşünce ortamı varsayarak, o varsayılan öznelerle bir tartışma içinde yazılır. Makro planda kimin tartışmadan kaçtığı, kimin son sözü hızlıca söyleyip konuyu bitirmeye çalışıyor olduğu da görülüyor ve bunun genel düşünce kalitesine hiçbir katkısının olmadığı da.
Tarih tartışması yenilmiş bir medeniyetin, tabi şimdi tekrar canlanmaya çalışan çocukları olarak kaçamayacağımız bir tartışma.
Bu tartışmanın önümüze konma biçimlerinde bazı hinlikler olabiliyor. Tarihi, bir modern kavram olarak önümüze ilk koyanlar, onu Batı uygarlığının merkezde olduğu evrensel bir güzergah olarak empoze ettiler. O tarih algısı veya felsefesinin içinden baktığımızda kendimize bulabileceğimiz yer sadece yenilginin kendi özümüze (dinimize, kültürümüze, değerlerimize) dair bazı eksiklikler veya yetersizliklere bağlandığı bir yerdi. Dolayısıyla o tarihin içinden bakıldığında dinimiz geri kalmışlığımızın sebebiydi ve tarihi yakalayabilmek için yapmamız gereken şeyler, belliydi.
İlahiyat alanında bir dizi söylem tam da bu geri kalmışlığımızın teolojisini yapmak üzere adeta tahrike geliyordu. Michel Foucault´nun dediği gibi ?söyleme kışkırtılıyordu?. Bu da kendi tarihsel ortamı içinde cereyan eden ve kendi doğru ve yanlışlarının ölçülerini üreten bambaşka bir epistemik ortam.
Oysa tarih veya tarihselcilik tartışması tam da oradan başlamalıydı. Tarihselcilik Kur´an´ın nüzul şartlarında insan idrakiyle kurduğu ilişkinin şartlarına odaklanıp oradan Kur´an´ın günümüze hiçbir mesaj taşımadığını veya en iyi ihtimalle aşındırarak taşıyabildiğini söylemeyi mümkün kıldığı gibi bizzat tarihselci söylemin kendisine de uyarlanmasını da mümkün kılıyordu. O taktirde tarihselci düşüncenin zımnen iddia ettiği adeta tarih dışı bir konumu hangi üstün özne vasıflarından dolayı hak ediyor olduğunu sormak yeterli olabilirdi.
Bizim bir tarihte yaşadığımız ve idrakimizin o tarihin şartlarıyla kısıtlandığı, tarihselci düşüncenin bize öğrettiği en önemli şey. Tarihsel şartların, dilin, kültürün, coğrafyanın insana ve insan anlayışına ne tür zindanlar kurduğunu anlamaktan uzak değiliz. Bu zindanların hiçbir tarihle veya zindanla mukayyet olmayan Allah´ı bağlayıp bağlamayacağı sorusu bizzat Allah´ı nasıl tanıdığımızla ilgili bir konudur. Allah´a imkansızı mümkün kılan bir vasfı yakıştıramıyorsak, onun kendi yarattığı tarihle de mukayyet olduğunu düşünme yanlışına düşeriz.
Tarihselcilik neticede hiçbir insanın tarih dışı kalamayacağını öğretiyor, ama mümin insan, Allah´ın tarihle mukayyet olmadığını da bilen kişiye denir. Allah tarihi de zamanı da yaratandır, ama biz fani kullara, bizzat kendi iradesi ve takdiriyle bir tarih sınırının içinde hitap etmeyi takdir ediyor. Biz onun mutlak penceresinden bakamıyoruz elbet. O yüzden Kur´an´ın kendisinin tarihle sınırlı olmayacağına inansak da bizim Kur´an hakkındaki görüşümüz her zaman kendi tarihimizle sınırlı olmak durumunda olacaktır.
Bu sözlerimle tartışmayı bitirebilecek bir hükmü işaret ettiğimin farkındayım. Oysa bu sefer bu yazıyı yazmaya beni iten sebep, tam da tartışmayı kestirip atmaya, hele tartışmanın taraflarını şu veya bunu söyledi diye mahkum etmeye kalkışmaya karşı duyduğum rahatsızlık. Bu tartışmayı doksanlı yıllardan beri karınca kararınca katılır, katkıda bulunmaya çalışırım.
Bu tartışmanın gerek çağdaş İslam düşüncesi açısından gerek medeniyetimizin yeniden ihyası açısından hayati derece önemli olduğunu düşünüyorum.
Neden mi? Bugünlük yerimiz bu kadar, sonra devam edelim isterseniz.