Özel bir kuşak. Alabildiğine idealist. Fitnesiz, fesatsız. Dünyada iyi şeyler olsun istiyorlar. İyi şeylerin ne olduğuna dair bilgileri noksan olabilir. Birbirinden farklı da olabilir. Ama niyetleri güzel.
Fedakar, cefakar ve çoğunlukla yoksullar.
İlk gençlikleri 70’li yıllara denk geliyor.
Sağda da solda da varlar.
Doğal olarak, benim yakından tanıyıp bildiklerim, kendi içinde bulunduğum dünyadan.
İster İslamcı deyin, ister Müslüman. Şimdi, bugün, bu tabirlerin uygunluğuyla ilgili münakaşaya girişmenin zamanı değil.
Vaktiyle yaptık münakaşayı, lüzum ederse yine yaparız.
Para pul bilmezler. Siz de yanlarında para pul konuşamazsınız, müsaade etmezler.
Zaman, kalburdan geçirdi onları.
Kimileri kalburun altına üçkağıtçı olarak düştüler, kimi rantiye, kimi müteahhit.
Kimisi de, kendi halinde, değerleriyle baş başa, düzgün insanlar olarak hayatlarını idame ettiriyorlar.
Şimdi yaşları kemale erdi.
Gitgide yabancılaştıkları bir dünyada yaşadıklarını görüyorlar.
Zaten misafirler dünyada. Birer birer gidiyorlar.
Önceki gün Mehmet Ali Tekin, ansızın gitti.
Allah Allah! İyiydi Mehmet Ali. Ne oldu acaba?
Soramadım ki kimseye. Hem sormanın var mı bir anlamı artık? Gitti işte.
Süleyman Gündüz aradı akşamüstü.
“Bizim kuşağın son temsilcisi gitti, bir devir kapandı” dedi.
Devrin kapandığını biliyorum.
Gitmeyenler de yavaş yavaş gidiyor.
Ömrünü dünyaya kazık çakmaya adayanlar dahil.
En son bir-iki ay önce, sokağa çıkma yasakları sırasında aramıştım Mehmet Ali’yi.
Sonra, evde çay demletip termosa koydum. Evde hanım kek yapmıştı, bir kaç da kek aldım çıktım dışarı.
Tekrar aradım. “İn aşağı” dedim, “Sizin evin aşağısındaki parka gel.”
Oturduk. Dertleştik. Birbirimizden haber bildik.
Zeki de bizim mahallede oturuyor. Zeki Ertürk. Ona da seslendim. O da geldi.
Beraber hatıraları yad ettik.
Hiç değişmemiş Mehmet Ali. Aynı, 40 yıl önceki gibi. Heyecanı, coşkusu, her şeyi yerli yerinde.
Bana göre, Mehmet Ali Tekin’in en bariz özelliği şuydu:
Hayatı ile imanı arasında bir çelişki yoktu.
Nasıl inanıyorsa öyle yaşıyordu.
Üstünkörü değil. Sureta değil.
Bütün kalbiyle. Canıyla, başıyla.
Dünyayı emanet et... Geri istediğinde tek bir çiçek bile koparılmamış olarak sana iade eder.
Yürüdü, koştu, slogan attı, kavga etti, düştü, kalktı.
Kötülük yapmadı hiç.
Dün oğlu Metin aradı. Oğlunun ismi şehit Metin Yüksel’den hatıradır.
“Karıncayı bile incitmedi babam” dedi .
Doğrudur. İncitmedi.
Derdi olanın derdine koştu.
Cenazesinde en yakın dostu Mehmet Şahin anlatıyordu. Başı derde girenin, hapse düşenin, şehit olanın geride bıraktıklarına erzakı, nevaleyi sırtlayıp götüren odur.
Sessizce. Dernek, teşkilat falan kurmadan, kendi başına.
Dünyanın en şeffaf adamıdır. Bu onun felsefesiydi. Hayatında karanlık bir alan olmasın diye, yaptığını, yaşadığını hep yazmıştır.
Siyaset borsası, ticaret alemi, bire on, bire yüz verirken...
Herkes, attığı her sloganın, getirdiği her salavatın, her tekbirin bedelini fatura edip devletten, milletten tahsil ederken...
O, emeğinin karşılığından başka hiçbir şeye talip olmadı.
Mehmet Ali Tekin’in kısmetine sürgünler, mahkumiyetler, mahrumiyetler düştü.
Bunu bile mesele etmedi.
İhmal etmek haksızlık olur.
O ne taşıdıysa, eşi ve çocukları da taşıdı.
Yüksünmeden, onurla.
Biliyor musunuz? Hiç suçu olmayan bir davadan dolayı mahkum olarak gitti.
Bunu söylediğimde sesi titredi Metin’in.
“Babamı aklamak için canla başla uğraşacağım” dedi.
Ah! Metin.
Baban tertemiz gitti. Yok onun aklanmaya ihtiyacı.
Söyledim bunu. Sonra... Asıl onu aklamayanların aklanmaya ihtiyacı var, diye ilave ettim.
Bitti dünya çilesi.
Allah ahiretini mamur etsin.
Kaynak: Haber Duruş