Az önce yazımı bitirmiştim. Yazıya biraz dinlenme fırsatı verip, yeniden okuyup gönderecektim.
Mehmet Ali Verçin aradı.
Mehmet Ali’yle konuşmak iyi gelir. İyi şeyler konuşulur. İyi insanlar, iyi kitaplar…
Hayırdır Mehmet Ali?
“Abi Sezai Bey vefat etmiş. Az önce Halil İbrahim aradı.”
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
Daraldım.
Dışarıya yansımamıştır ama içim çöktü.
Bu yıl içinde birkaç kez Diriliş’in kapısına kadar gittim. Kapalıydı. Cumartesileri yayınevinde birkaç saat dururdu. Geçmişe dair, bugüne dair sohbetler ederdi.
Sezai Karakoç’la aynı şehirde yaşıyoruz, diye düşünüyordum.
Aynı şehirde yaşıyorsak, sıla-i rahim sayılır, ara sıra meclisinde bulunmak lazım.
Bu mülahazayla vakit buldukça uğramaya, sohbetinde hazır olmaya çalışırdım.
Fakat son zamanlarda yayınevine uğrama periyodları seyrelmiş.
Belki de bir çeşit kısmetsizlik.
Görüşemedik.
O, bizim bir karlı dağımızdı.
İliklerimize kadar işleyen şiiriyle.
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları nasıl kıracağımı öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakini ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz”
Fikriyle…
Asla metalaştırılamayan şahsiyetiyle…
Bizde alınır satılır adamlar çoktur.
Sezai Bey o taifenin uzağından bile geçmedi.
İzzet-i nefsiyle...
Onuruyla…
Çilesiyle ömrünü ikmal etti.
Biz okumayı ondan öğrendik.
Kendimize göre bir fikrimiz, bir zikrimiz vardı.
Çoğu hamasetmiş.
Bir düşünce dünyamız olduysa, o dünyanın kapılarını Sezai Karakoç açtı.
Fikretmeyi ilk ondan öğrendik.
Vefasızların üzerinde bile onun hakkı vardır.
En hatırlı büyüğümüz odur.
Yaşadığı sürece bir İslam’ı, sanatıyla, fikriyle, medeniyetiyle, yeniden inşaya çalıştı.
Çırpındı, didindi.
Kimse bu fikirlerin siyasetini yapmıyor diye, mizacına hiç uygun olmadığı halde parti bile kurdu.
Yokluk, yoksulluk çekti.
Hiç eğilip bükülmedi.
Üzgünüm...
Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun “Şimdi üzgünüz arkadaş, yolumuza çıkmayın üzgünüz” dediği kadar.
Sürgünler Ülkesinden Başkentler Başkentine, aynı zamanda bir İstanbul özlemi şiiridir.
Biz o şiiri bir ilahi gibi okuruz.
Yeryüzünden, insanların arasından Allah’a yazılmış bir mektup gibi.
“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır”
Hele de şurası:
“Sana geldim, ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili, en sevgili, ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim.”
Bitti dünya sürgünü Üstad Sezai Karakoç’un.
Erdi Rahmete.