Sadece hükümet olma iddiasının çok üzerinde hedeflere sahip olan iktidarların kurcalamaktan hoşlandıkları sandıklardan biri de tarihtir. Tarih sandığı da tıpkı pazarcıların tezgâhı gibidir. Dilediğinizi seçip üzerinize yakışıp yakışmadığını tercih edebilirsiniz. Size bugün için gerekli olan giysileri ararken tezgâhı alt üst etmeniz; ya da kimi zaman orijinallerinin ayırt edilemez taklitlerini almanız da bu işin doğası gereğidir. Yirmi yıldır ülkemizi idare eden politik aklın tarihe bakışı ile salı pazarında üst-baş almaya çalışan yurttaşın tavrı arasında böylesine ilginç bir benzerlik vardır. Burada alt-üst olan, gerçeği sahtesi birbirine karışan ise tarihsel mirasımız elbette…
Dönem dönem nükseden, karıştırılanlardan biri de bilindiği üzere Osmanlıca sandığı. Bu sandıkta da öylesine bol malzeme var ki neredeyse hemen her gün sandığı alt üst edenlerle yeniden düzenlemeye çalışanlar arasındaki kavga bitmiyor. Tartışmanın asıl muhatabı olan tarihçiler ve dil bilimciler genellikle kendilerini ateşe atmamak için mevzuyu kenardan izlemeyi tercih ettiklerinden tartışmalar oldukça eğlenceli bir hal almakta. Hayatlarında tek satır Osmanlıca metin deşifre etmemiş insanlar saatlerce bu mevzuyu tartışıyorlar. Tartışmalar sırasında Osmanlıca savunucuları ve karşıtları öylesine içi boş örnekler veriyorlar, daha doğrusu vermeye çalışıyorlar ki, dil, alfabe, yazı meseleleri hepsi birbirinin içine giriyor.
Mesela şu meşhur “bir gecede cahil kaldık” iddiasını ele alalım. Bu iddiaya göre 1928 Harf Devrimi sonucu herkes o sabah cahil olarak uyanmış oluyor. Karşı görüş ise savunma olarak bir gecede cahil kalmadığımızı zaten cahil olduğumuzu, Osmanlı’da okuma yazma oranlarının yüzde 5’i geçmediğini hatırlatıyor. Gerçi cahillik doğrudan okuma-yazma bilgisiyle ölçülebilen bir olgu değil. Antropolojik olarak cahillik kişinin kendisine gereken bilgiden habersiz olması anlamına gelebilir. Mesela benim Japonca okuyup yazamamam ya da dünya üzerinde kaç köpekbalığı türü olduğunu bilmemem beni cahil yapmaz sanırım. Bu bakımdan 1927 yılının Anadolu köylüsünün hayatında hemen hiç görmediği bir takım işaretlerin değişmesinden ne ölçüde etkilendiğini sorgulayabiliriz.
Yine de teknik olarak bu itiraz doğru… 1927’de yani henüz harf değişimi yaşanmadan önceki son nüfus sayımında erkeklerin yüzde 16’sının kadınların ise yüzde 4’ünün okuma-yazma bildiği saptanmıştı. Oldukça kötü olan matematik bilgimle ortalamanın yüzde 10’u geçmediğini ben bile hesaplayabiliyorum. Ayrıca okuma-yazma bilenlerin oranlarına dönük bu istatistikler oldukça yanıltıcı; zira bunlar genellikle Osmanlıca gazete ve kitap okuyabilenler üzerinden hesaplanmaktaydı. Gazeteler matbu harfler dediğimiz oldukça okunaklı ve basit bir alfabeyle yazıldığından onları okumak görece kolaydı. Peki ya resmi belgelerde, mahkemelerde kullanılan divani? Divani yazı okunabiliyor muydu? Elbette okunamıyordu; zira belgedeki bilginin değiştirilmesini engellemek için yazı bilhassa sıkışık yazılmakta kelimeler arasına küçücük bir boşluk dahi konulmamaktaydı. Bu yazı sadece eğitimli kâtipler okuyabilsin diye yaratılmıştı. Divani bir metin bugün de ancak gerçekten konunun uzmanlarınca okunabilmektedir.
Ya da sanatsal yazılar talik, sülüse değinebiliriz. Onlar okunabiliyor muydu? Peki ya her tarih öğrencisinin korkulu rüyası olan, alelacele yazılan el yazısı rıka? Okuma-yazma oranları bu tipte yazılar ile ölçülseydi muhtemelen Osmanlı’da okuma oranları yüzde 1’i zor geçerdi. Osmanlı yazısını savunanlar acaba hangisinin kaldırılmasına daha çok üzülüyorlar diye merak ediyorum.
Diğer bir konu da yazma meselesi. Diyelim ki halkın yüzde 10’u bu yazının bir türevini okuyabilmekteydi; peki yazabilmekte miydi? Elimize ulaşan el yazıları öylesine kötü ve hatalarla dolu ki, Osmanlıca yazmanın okumaktan çok daha zor olduğunu söyleyebilirim. Hatta bu konu açıldığında “dedemizin mezar taşlarını” okuyamıyoruz serzenişi aklıma geliyor. Osmanlı mezar taşlarında öylesine çok yazım ve sözcük hatası var ki, insan dedelerimiz de bunları yazarken epeyi zorlanmış diye düşünmeden edemiyor. Geçenlerde böyle bir mezar taşı okuduk. Merhum kadın olduğu halde yazıcı alışkanlıkla ya da bilgisizlikten Ali kızı Fatma (Fatma binti Ali) yazacağına Ali oğlu Fatma (Fatma ibn Ali) yazıp geçmiş.
Harflerden kaynaklanan zorlukları bir yana bırakalım, Osmanlı yazısı bir kere sanatsal bir yazıdır. Osmanlıca aşkıyla yanıp tutuşan öğrencilerime bu yazıyı öğretmeden önce sayfalarca yuvarlak/oval şekiller çizdirirdim. Dürüst olacağım, resim yeteneği olmayan biri Osmanlıca yazamaz. Yazısı belki okunaklı olabilir ama yazının ruhunu yakalayamaz. Karaladığı metindeki yavanlıklar bu yazıyı güzel yazan biri tarafından hemen fark edilir. Gerçekten merak ediyorum Osmanlıca sevdalısı olan yurttaşlarımızın yazısı acaba nasıl? Eski yazı kalsaydı acaba yazıları nasıl olurdu? Yazımın güzelliğine güvenen biri olarak bu sorunun cevabını çok merak ediyorum.
Önermemiz aslında bir gecede cahil kalan insanlarımızla ilgiliydi. Gerçi kentli Osmanlılar ve demiryolunu, deniz yolunu kullanan, “şimendifere”, “şileplere” binen köylüler bu Latin harflerini hiç tanımıyor da değildi. Aslında okuma-yazma bilenlerin önemli bir kısmı zaten Latin yazısını biliyorlardı. Liselerde, askeri okullarda ve tıp mekteplerinde Fransızca zorunlu veya seçmeli ders olarak okutulmaktaydı. Dükkânların reklamları, tabelalar her iki alfabe ile de yazılmaktaydı vb.
Bu konuda en sevdiğim eleştirilerden biri de Cemil Meriç’in harf devriminden sonra hafızamızı yitirdiğimiz ve kütüphanelerdeki kitapların tuğlaya döndüğü iddiası. Yani alfabe değişmeseydi milletçe kütüphanelerden çıkmayacak bütün Osmanlı yazınını sular seller gibi okuyup öğrenecektik. İşte tam bir “elektrik kesildi çalışamadım hocam” sendromu. Zaten İslami aydın denilen kişi bana hep bu öğrenci tipini çağrıştırır. Hep hakkı yenmiştir, hoca ona ‘takıktır’, başarısı hep birilerince engellenir… “Harf Devrimi olmasaydı uzaya gidecektik.” O sebeple harf devrimi yapmayan Arap ülkeleri uzay yarışında en önde!
Osmanlı insanının kitapla imtihanı başka bir yazının konusu olsun. Sadece Cemil Meriç’in “kütüphanedeki tuğlaları” hakkında şunu söylemek istiyorum. Günümüzde bu “tuğlaların” hemen hepsi yeni yazıda basılmış durumda ve birçoğu da yeni nesiller anlasın diye sadeleştirilmiş. Herhalde okurlar bu kitapları almak için kuyruğa girmiş olmalıdır diye düşünebiliriz. Ama ne yazık ki gerçek böyle değil. 2015 yılında oldukça popüler bir kitap sitesinde herkese açık olarak verilen satış oranlarına baktığımda durumun içler acısı olduğunu görmüştüm. Örneğin 2008’de basılan Koçi Bey Risalesi 7 sene boyunca sadece 181 adet satmış. 2007’de basılan Naima Tarihi 8 senede ancak 19 adet satılmış. Yine aynı yıl basılan Katip Çelebi’nin Keşfüzünun’u 49 adetle diğerlerine göre iyi bir ‘satış trendi’ yakalamış. Katip Çelebi’nin aynı yıl basılan baş şaheseri Cihannuma ise sadece 2 (iki) adet satmıştı. Oysa aynı sitede henüz daha yeni yayımlanmış, şimdi burada adını veremeyeceğim popüler bir ‘kişisel gelişim kitabı 15 bin 63 adet satmıştı. Rastgele seçtiğim yeni baskı bir aşk kitabının satışı henüz yayımlanmasının ilk ayında 6570’e ulaşmış durumdaydı, onu 4452 satış adediyle yine henüz bir ay önce basılmış bir çocuk bakım kitabı takip etmekteydi. Bu satırları okuyanlar oldukça eğlenceli bir deneysel girişim olan bu deneyimi 2022 yılının satış oranlarıyla karşılaştırabilirler. Ben de bu yazıyı tamamladıktan sonra ilk iş olarak acaba bu Osmanlı klasikleri şimdi ne kadar satmıştır diye bir bakacağım. Bakalım devlet-i âlimizin Osmanlı nostaljisi kitap satış oranlarında son yedi yılda ne gibi bir değişiklik yapmış.
Kaynak: farklı bakış