Mehmet Göktaş yazdı;
"Siz bilirsiniz, ister bitirin ister bitirmeyin, sabaha çorba yaparım!” diye uyarırdı rahmetli anam. Artık iş bizim tercihimize kalırdı, bulgur pilavını ertesi sabah önümüzde çorba olarak görmek istemediğimiz için genellikle bitirirdik. Zaten anamızın çabası da bunun içindi.
Aslında söz konusu sadece pilav değil bütün yemeklerdi, bitirmediğimiz takdirde bir başka isimle önümüzde bulurduk.
Ve hiç bir yemeğin bir tek lokması bile israf edilmemeliydi ve öyle de olurdu.
Sofradaki ekmek meselesi hepsinden önemliydi, ekmeğin ayrı bir kutsallığı vardı. Yerde bir tek ekmek ufağı bırakılmamalıydı, eğer öyle yapmazsak şeytanı soframızda görür gibi olurduk.
Ekmeğin biraz kuruması veya bayatlaması hiç problem değildi çünkü anamızın elinde çok güzel bir ‘ekmek mantısı’ oluverirdi. Tandırda veya mahalle fırınında pişirilen ekmek bunun için çok uygundu.
Biz şunu öğrenmiştik; bütün yiyecekler mademki hazır hale getirilmiş, mutlaka birisi yemeli, bir insanın karnına gitmelidir ve biz de bunu görmeliyiz.
İyi düşünürseniz bu bir mutluluktur. Müslüman hatta sıradan bir insan başka birisinin karnının doymasından mutluluk duyar.
Bir yiyeceğin ekşimesinden, bayatlayıp atılmasından bir insan huzursuz olmalıdır. Ya bir de hiç bir şey olmadığı halde kaldırılıp çöpe atılması acaba hangi kelimeyle izah edeceğiz?
Gazetemizin dünkü haberinde yetkililer Türkiye’de günde dört milyon dokuz yüz bin adet ekmeğin israf edildiğini söylüyorlar. Bunun için bir tek şey söyleyebiliriz; Şeytan her an bizimle ve aramızdadır, unutmayalım.
Ve şeytanın bulunduğu ve birlikte olduğu insanlar asla huzur içinde olamazlar.
Huzur ve mutluluk arayanlara sesleniyoruz, huzur hiç uzaklarda değil ve öyle pahalı bir şey de değildir.