İzmir eski milletvekili İbrahim Turhan, “Neden olmadı?” başlıklı yazısının ikinci bölümünde AK Parti iktidarlarındaki “yön değişimini” irdelemeye devam ediyor.
AK Parti’nin bunca başarıya rağmen, her seçimde oy oranını artırarak iktidarı korurken böylesine akıl dışı bir yola sapması, kendi siyasal ikbaliyle birlikte Türkiye’nin geleceğini de tehlikeye atmasının altında yatan zihniyet sorununu göremezsek sağlıklı bir analiz yapamayız. İrrasyonalitenin bu düzeyi, bireyde olsa ancak şizofreni ya da disosiyatif bozukluk gibi akıl ve ruh sağlığı sorunlarıyla açıklanabilir. Ancak içlerinde bayağı aklı başında insanlar da bulunan bütün bir iktidarın, geçmişi yarım yüzyılı bulan bir siyasal hareketin topyekûn çılgınlığa sürüklenmesinden ve dahası bunun toplumda kitlesel psikojenik bir duruma yol açmasından bahsediyoruz.
2008 Ekonomik Krizi sonrası değişen küresel koşulların etkililerini kuşkusuz dikkate almak gerekiyor. Bir ABD Başkanının, hem de BM Genel Kurulu’nda “Küreselleşme doktrinini reddediyoruz” ifadesini kullanmış olması, aşırı sağcı siyasal partilerin yükselişi, ekonomi alanındaki krizin etkilerinin çok daha geniş olduğunun göstergesi. Küresel ekonomi-politik kırılmayı göz ardı ederek yapılacak analizler eksik kalır.
Türkiye özelinde de önemli kırılmalar yaşandı. 30 yıla yakın zamandır bürokraside, iş dünyasında ve toplumda örgütlenen ve sonunda 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunarak FETÖ’ye dönüşen Fethullahçılar belki de bu kırılmalardan en büyüğüne sebep oldu.
Ortadoğu’daki gelişmelerin, DAEŞ’in yarattığı depremin, Kürt ulusal hareketini rehin alan PKK terörünün maksimalist hezeyanlarının da etkileri yadsınamaz. Ancak, karşınıza çıkan ve bir kısmı kontrolünüzün dışında olan gelişmeler, maruz kaldığınız şoklar dışsal etkilere yol açar. Sonucu belirleyen ise bu etkilere verdiğiniz tepkilerdir.
Türkiye’nin yaşadığı krizlerin de AK Parti’nin geçirdiği başkalaşımın da temelinde, büyük çoğunluğu ortak bir dünya görüşünün kodlarını paylaşan AK Parti yöneticilerinin ve kadrolarının zihniyeti yatıyor.
Başlangıçta kurucu aktörler arasında gücün bir ölçüde daha dengeli dağıldığı bir yapı olmuş olsa da, özellikle 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilip parti ile ilişkisini zorunlu olarak kesmesiyle birlikte AK Parti giderek Tayyip Erdoğan ile özdeşleşti ve 2011’den sonra da onun kişiliğinde mündemiç hâle geldi.
Benzerine ancak Stalinist partilerde rastlanabilecek, demokratik siyasette, hatta az biraz ilkeleri olan kurumsallaşmış herhangi bir siyasal harekette yadırganacak bu liderlik kültü, AK Parti’nin 2016 gerçekliğinde hiç de abartı değildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile de bu “tek millet-tek devlet-tek lider” yapısı siyasal yaşamın her alanında egemen hâle geldi.
Öte yandan süreci “Erdoğan tek karar verici oldu, AK Parti’nin gerçek yüzü ortaya çıktı” yargısı ile açıklamak sığ, yüzeysel ve yanıltıcı olsa da lider baskınlığı ile İslamcı siyasal tercihlerin birbirini beslediğini ve süreci hızlandırdığını ileri sürmek büsbütün yanlış olmayacaktır.
AK Parti bir ideoloji ya da İslamcı kavramla “dava” partisi olmasa da yönetici kadrosu ve politikalarının düşünsel temellerini kuran elitleri tereddütsüz bir şekilde İslamcı siyasal gelenekten geliyordu. Ama siyaset yapımında ve giderek kamu alanında İslamcı atıfların baskın duruma gelmesi 2012’den sonra daha hissedilir oldu. Bunda AK Parti’nin kendi içindeki dinamikler kadar Türkiye siyasetine ilişkin güç dengelerinin iktidar lehine değişmesinin de etkisi vardı.
Bu süreçte karşıtlarının ne denli acımasız olduğunu, iktidar mücadelesinde her yolun mubah görüldüğünü öğrenen AK Parti, kendi güvenliğini sağlamak adına bürokraside, sermayede ve kitle iletişiminde yığınak yapmaya yöneldi. “Düşmanlarını” öğretmen edinmesi, kaçınılmaz olarak AK Parti’yi kendi varlık sebebine ihanete sürükledi. Kötülükle mücadele ederken kötülüğe dönüştü, yok etmeyi amaçladığı çarpık sistemin bizatihi sahibi ve işleticisi oldu, geçmişte kınadığı ne varsa hepsini yaptı. Ve bütün bunlar İslamcı siyasetin hanesine yazıldı.
Bireyleşemeyen, bireysel değer bulamayan topluluklar, değişim travmasına sağlıksız tepkilerle karşılık verir. Modern ekonomik ve siyasal yapıya uygun olmayan, tarım toplumu değerlerini yansıtacak şekilde “kabile toplumu” kurgusunu kamusal alanda belirleyici hale getirirler. Türkiye’de olan da tam budur.
Kabile toplumu kendisi gibi olmayandan korkar. Bu korku hızla önce öfkeye, sonra nefrete ve düşmanlığa dönüşür. Çünkü her farklılık kendi kapalı toplumlarının varoluşunu tehdit eden bir saldırı olarak tanımlanır
Kabile toplumu değerlerini esas alan dogmatik anlayış, kendini yeniden üretebilmek için kolektif indoktrinasyonu yegâne eğitim yöntemi olarak benimser. Kendi içine kapalı ve adeta bir yankı duvarı gibi kendi gerçekliğini tekrarlayarak büyüten mahalle bağnazlığı/kabileci zihin; dünyayı ve kendi dışındaki gerçekliği kavrayamadığı için hırçındır ve içe kapanmacıdır. Dünyanın büyüklüğü, yaşamın çeşitliliği fobilerini tetikler.
İmkân bulduklarında kendi yaşam tarzlarını ve bunu meşrulaştıran dogmalarını kabilenin dışındakilere dayatmak isterler, bu dayatmaları yaparken fetihçi bir haz duyarlar.
Bütün bu özelliklerinden dolayı da çağdaş anlamda kamusal düzen kurmaları olanaksızdır. Şablonlar ile düşünür, kalıplar ile yaşar, varoluş gerçekliğini keşfetmeye çalışmak yerine bambaşka bir gerçekliği, adeta bir deli gömleği gibi bugüne giydirmek için zorlarlar. Sorgulamaktan korkarlar, birçok tabuları vardır.
AK Parti’nin kuruluşunda bu konulara ilişkin ciddi bir entelektüel çaba söz konusu değildi. Siyasal tercihler daha ziyade pragmatik bir biçimde yapılıyordu. Yakın dönemde maruz kaldıkları baskıların, kendi hizipleri içinde tanık oldukları açmazların da etkisiyle sahici bir tartışma sürecinden geçiyorlardı ve büyük olasılıkla değişim arayışında samimiydiler. Ama taşıdıkları zihniyet sebebiyle kastettikleri değişim tamamen üstyapıya ilişkindi ve kozmetikti.
‘Kervan yolda düzülür’ yaklaşımıyla başlayan serüvende, el yordamıyla bulunan “muhafazakâr demokratlık” içi boş bir slogandan ibaret kaldı. 2007’de ve 2008’de karşılaşılan tehditler AK Parti kadrolarının alışık ve bağışık oldukları türden, bu çağa ait olmayan arkaik yankılardı. Dolayısıyla onların üstesinden gelebildiler. Paradoksal biçimde, bugün yakındıkları gerçek anlamda demokrasi, özgürlük, modernleşme ve küreselleşme talebini doğuran dinamikler o dönemde attıkları adımların, bugün belki de “tarihsel yanılgı” olarak nitelendirecekleri siyasal ve hukuki reformların ürünü olarak ortaya çıktı. Tarihsel diyalektiği doğrularcasına kendi antitezlerini ürettiler. Zihniyetleri derinlerde, özgür bireylerden oluşan çağdaş bir toplum ve demokratik anayasal kamu düzenine değil, özgürlüklerin Emannameler ile bahşedildiği ve bunun bir övünç kaynağı kabul edildiği geleneksel toplum düzenine uygundu. Zihniyet sorgulamasını ise hiç yapmamışlardı. Sloganlar, şablonlar ve kalkınmacı ekonomik model yetersiz kalınca oyunu kendi aşina oldukları sahaya taşıdılar. Uykuda olan mahalle bağnazlığını uyandırdılar. Kutuplaşma ve kabile bağlılığı ile bu mahalle maçını çevirebileceklerini sandılar.
SONUÇ YERİNE
AK Parti iktidarının yol açtığı türbülans sadece bir siyasal akımın değil bütün bir zihniyetin ve zihin kodlarının da sorgulanmasına yol açtı. Bu sorgulama Türkiye’yi daha aydınlık bir geleceğe taşıyacağının işaretlerini barındırıyor. Bunun için siyasal ayrışmanın eksenlerini doğru tanımlamak gerekiyor. Söz konusu eksenleri Türkiye ile sınırlı olmayacak şekilde küresel siyasette okumak da mümkün.
İnsan yaşamını kutsal değer bilenler ile bireylik bilincine saygı duymayan kitleselcilik-totaliterizm yanlıları,
Özgürlükten yana olanlar ile baskıcı zorbalar,
Bütün insanların eşit olduğuna inananlar ile ayrımcılıktan beslenenler,
İnsanların mutluluğa ulaşma arayışını temel hak sayanlar ile acıyı, ıstırabı, kederi kutsayanlar,
Evrensel insanlık değerlerini, insanlık ailesinin kuşakları aşan birikimindeki bilgeliği kuşananlar ile kabile totemine sarılanlar,
Doğal çevreye duyarlılık gösterenler ile büyük bir açgözlülükle her şeyi metalaştıranlar,
Kamu yönetiminde adalet, şeffaflık, hesap verme bilinci ile çağdaş kurumsal yönetişim yapısını benimseyenler ile devleti kendi mülkü, vatandaşı kulları görme kibrinden vazgeçemeyenler,
Akıldan ve bilimden yana olanlar ile safsatalara sarılıp tarih yerine efsaneleri tercih edenler…
AK Parti hikâyesinin, geçmişte kendisine umut bağlayanlarda yarattığı hayal kırıklığını anlatan Ahmet Kaya ile başlamıştık. Cumhur İttifakı’nın benimsediği değerler ve ittifakın açık-örtülü ortakları göz önünde bulundurulduğunda hikâyenin bitişine şu nağmeler daha uygun düşecek…
Saçların tarumar, gözlerinde nem
Ateşe benzerdin küle dönmüşsün
Hayal mi gerçek mi gördüğüm, bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün
Hiç eser kalmamış eski hâlinden
Yazık!… Geçmez akçe, pula dönmüşsün
Hayal mi gerçek mi gördüğüm bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün
İBRAHİM TURHAN KİMDİR?
1968’de İzmir’de doğdu. Galatasaray Lisesi ile Boğaziçi Üniversitesi İ.İ.B.F. İşletme Bölümü mezunu. Yüksek lisans ve doktorasını Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü Uluslararası Bankacılık alanında tamamladı. Cenevre Üniversitesi Institut Europeen ve Loughborough Üniversitesi bünyesinde misafir araştırmacı olarak bulundu. Çeşitli üniversitelerde akademisyen ve yönetici olarak görev yaptı. Merkez Bankası Başkan Yardımcısı, İMKB Başkanı, Borsa İstanbul A.Ş. Kurucu Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü olarak görevler üstlendi. 25 ve 26. Dönem İzmir Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Prof. Dr. İbrahim M. Turhan, Quanta Finansal Danışmanlık’ın kurucusu ve İstinye Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi.
Kaynak Farklı Bakış