Türklük “siyasal olan”ı temsil etmekle kalmaz, toplumsal, dini ve düşünsel tüm ilişkilerde de imtiyazlı kimlik ya da norm olarak birçok niteliğe sahip. Bu, kurucu kimlik olarak bütünlüğün, yani, devletin farklı bileşenlerini birleştiren şey olması açısından önemlilik gösterir. Söz konusu bu durum “Türklük”ün varlık nedenini şekillendirir. “Türklük”, her şeyi temellendiren/her şeye temel teşkil eden olarak bir çeşit aşkın kavramına içkindir.
Bu çalışmada, günümüzde İslamcılığın siyasal özünü oluşturan ulus toplum kavrayışı ve bu kavrayışın ardındaki düşünme yapısının ulus ile ilkesel bağıntısı analiz edilecektir. Çalışmanın temel amacı İslamcılığın aşmaya çalıştığı ulus temelli düşünce evreniyle kurduğu iştahlı ilişkiyi ele alarak değerlendirmektir. Seküler ulusalcılığın üstünü örttüğü ve İslamcılıkla birlikte yeniden sorgulanan “devlet ”in otoriterliği ve yanı sıra bir meşruiyet ideolojisi çerçevesinde siyasalın teolojik kökenlerine ilişkin bir siyasi anlayışı yeniden formüle ederek onu açığa çıkarır. Bu kapsamda İslamcılık, ulus-devlet geleneğinde ontolojik bir güç dinamizmine dönüşerek devletin topluma, bizatihi sivil dine, cemaatlere ve sokağa nüfuz etmesinde aracı bir rol üstlenmiştir. Haliyle İslamcılık, ulusu/ulusçuluğu “millet” kavramsalında yeniden ihya eder ve totaliterleşme eğilimli bir anlatıyı formüle ederek onu dinileşme/İslamileşme olarak yeniden sunar.
İslamcılığın temel problemi ya da siyasi düzlemde İslamcılığın en temel sorunu şudur: Otorite karşıtlığı üzerinden otorite yanlısı bir güç zehirlemesine dönüşmesi. Günümüzde İslamcılık bir meşruiyet bunalımı yanı sıra ciddi bir meşruiyet krizi yaşamaktadır. Bu kriz, giderek bir tehdit algısına dönüşmüş halde. Tehdit vehmi karşısında yaşanan tedirginlik, İslamcılığı meşruiyetini yitirmiş farklı ideolojik araçlara başvurmaya yönlendirmektedir. Bu araçların başında akla gelen ilk soru İslamcılık bugüne değin gerek “takiyyecilik” ve gerekse de “ezilmişlik” metaforu üzerinden ulusçu kimliğini saklı mı tuttu? Yoksa İslamcılık zaten modern siyasi bir ideolojik hareket olarak ulusçuluk fikrine içkin bir karaktere mi sahipti? Bu durumda geriye kalan tek şey, İslamcılığın ulus merkezli, romantik “muhayyel toplum” “icadı” üzerine kafa yormak olacaktır.
Bu noktada İslamcılık kendine özgü yeni bir güzergâh oluşturur ve milliyetçilik/millileşme adı altında faşizmin seyreltilmiş bir formu olarak varlığını ulus idealiyle yeninde konumlandırır. İslamcılığın Batı karşıtlığıyla övündüğü ama yakasını kurtaramadığı ulus idealine evrilerek toplumsallaşması Türkiye’de güçlü ana akım ulusçu bir düşüncenin gelişmesini sağlar. Kuşkusuz bu dönüşümün belkemiğini İslamcılığın iktidar formu oluşturur. Bunu iki noktada özetleyebiliriz: İlki, üstyapı düzeyinde siyasal ve/ya düşünsel dönüşümdür. Bu gelişme beraberinde söz konusu dönüşümün ikinci adımını getirir ki, o da çok açık biçimde ideolojik dönüşümdür. Bununla birlikte değindiğimiz ideolojik farklılaşmanın ne olduğu günümüzde yeterince ele alınmamıştır.
Bizim İslamcılık tanımlarına yönelttiğimiz temel eleştiri ve o alanda gördüğümüz eksiklik, İslamcılığın en azından Türkiye’de başından beri hâkim ulusal kimliği merkeze alan gözle görülür politikalar ürettiğidir. Daha dikkatli incelendiğinde bu dönüşümün ulusalcı bir öze sahip olduğu görülür. Bu açıdan İslamcılığın dönüşümünde sivil dini bir dinamizmin değil, siyasal iktidarı amaçlayan bir idealin etkili olduğu görülür. Ancak siyasal diye nitelendirilen olgunun temel özellikleri bütünüyle ortaya konulacak bir çalışmaya ihtiyacı gerektirir. İslamcılığın siyasal özünü devlete dönük tavır ve tutumunu meydana getiren olgunun ulus bilinci olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer önemli olgu ise İslamcılığın “devleti kurtarma” tezi üzerine kuruluyor olmasıdır. Bu, Türk politik kültürde “kerim devlet”/”baba devlet” anlayışının İslamcı sistematik içinde ne denli yaygın olduğunu gösteriyor. Oysa Osmanlı sonrası yeniden şekillenen Cumhuriyet’in teo-politiğinde ise devlet ve hatta toplum ceberut/kudretli bir egemenlik anlayışına sahip. Bu nedenle İslamcılığın kerim” sıfatına sahip “baba devlet”i, modern cumhuriyet ile modernist, otoriter ve seküler bir baba şeklini alır. Kurucu “Baba”nın kimliği üzerinden toplum da yeniden şekillenir ve tebaa ve ulus olmak üzere iki niteliksel kimlik ortaya çıkar. Ancak taraflar hiç kuşkusuz “Türklük” kimliğinden ödün vermez. Daha açık söylemek gerekirse, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak yönetici, varlığını tebaaya değil kutsaldan aldığı meşruiyete borçludur. Oysa Tanzimat ile birlikte ortaya yepyeni bir anlayış çıkar. Bütün yetersizliklerine rağmen Tanzimat’ın düşünce dünyasından başlayarak yönetimin bütün katmanlarında yeni siyasal bir değişime ihtiyaç duyulur. Ortaya konulan tezler birlikte düşünüldüğünde, Osmanlı modernleşmesinin diğer bütün modernleşmelerde olduğu gibi bir iktidar/egemenlik sorunu ve öteki ulusların/gayri Müslimlerin ve Kürtlerin konumu etrafında döndüğünü söyleyebiliriz. Özü itibarıyla konu, egemenliğin merkezi otoriteyi temsilen ulusa mı, yoksa tebaayı temsilen “kerim baba”ya mı özgü olduğu önemli bir tartışma sürecine evrilir. Ancak günümüzde İslamcılığın değerleriyle cumhuriyetçi değerleri birleştiren şey, tüm yetki ve otoritenin ulusun/Türklüğün egemenliğine ait olduğu vurgusudur; asıl olan millet ve etnisite kavramlarında işaretin kime ve hangi ulusal kimliğe yönelik olduğudur. İslamcılık ile yeni cumhuriyetçilik, İslamcılık ile ulus ve ulus-devlet ilişkisi bu bakımdan önemlilik gösterir.
Türk siyasal modernleşmesinin asıl kırılma noktası ise İslamcılar ile cumhuriyetçiler/ittihatçılar arasında kurucu baba fikrinde farklılık gösterir. Bu itibarla tartışmanın mevcudiyeti günümüze değin sekülerlik ve İslamilik açısından başlangıç kaynağını oluşturur. Bu döneme hakîm siyasi atmosfer dikkate alındığında, asıl meselenin “baba”nın gölgesinde ulusal kimliğin egemenliği, siyasal otoritenin bekası ve çözülmeyi durdurma girişimi olduğu çok açık.
“Osmanlılık”/”İslamilik” ve “Türklük/”sekülerlik” bu iki temel aks üzerinden temellenir ve kaybedilmiş “baba”yı diriltme çabaları Türkiye’de ezeli iki rakip politik düşüncenin oluşumuna yol verir. Diğer bir ifadeyle Batı’nın baştan çıkarıcı etkisine kapılanlar ve Doğu’nun donuk ve değişmeyen gelenekselciliğini koruyanlar… Türkiye’nin son yüz yıllık siyasi tarihini söz konusu bu iki aks/blok şekillendirir. Siyasal faaliyetin merkezinde ise her zaman olduğu gibi Türklük/Türk ulusçuluğu yer aldı. Kurumlar büyük ölçüde Türk ulus kimliğini korudu ve Türk olmayan Kürtler ise bir şekilde “kurucu babalar”ın şiddetine maruz kaldı. İslamcı ulusun en güçlü, yaratıcı ve tarihsel açıdan en önemli başarısı din ile ulus arasındaki çatışmacı gerilime son vermesi ve her şeye rağmen ulusal kültürü biçimlendirmede hayli bir mesafe kat ederek ulus hayali bir milliyetçiliğin varlığına kapı aralamasıydı. Türkiye’de milliyetçilik en güçlü, yaratıcı ve tarihsel açıdan en önemli biçimlendirme projelerini İslamcılığın güçlü ve iktidar olduğu dönemlerde gerçekleştirmiştir. Örneğin devlet-toplum çatışması ve bu çatışmanın çeşitli boyutlarda derinleşmesi ya da devlet ile toplum arasındaki gerilimin azalmasını sağlama konusunda İslamcılık son derece önemli işler başarmıştır.
Türkiye’de resmi ideolojiden kimliğe ulus tanımında İslamcılık derin tesirler icra etmiştir. İslamcılık her ne kadar Osmanlı üzerinden tanımlanan bir geçmişin sahiplenilmesi olarak tasavvur edilmiş olsa da, kaybedilmiş bir aidiyet/ulusal kimlik ile unutulmuş bir geçmişin sahiplenilmesini dile getirir. Bu anlamıyla İslamcılık siyasal bir ideoloji olarak “Kemalizm”i bu geleneğin dışında görür ve onu yok sayar. Zira Cumhuriyetle birlikte Batılılaşma sonrasında köklerini kaybetmiş bir ulusun kendi ulusal köklerine dönüşü İslamcılığın en temel düsturudur. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi ise “kopuş mitosu”na dayalı bir ulus fikrini merkeze alır ve İslamcılığı siyasal kurucu bir ideoloji olarak ulusa özgü görmez.
Ancak İslamcılığı incelemek söz konusu olduğunda, ele alınan çözümlemeler ve özellikle devletin politik-teolojisi olarak ele alındığında veya devlet ile arasındaki ilişkilerin tarihsel çözümlemesini özetlemek gerekirse; devlete teolojik bir konum atfetmenin yanı sıra, otokratik devletin üretimi olma durumu göze çarpar. Tartışmaların en ilginç noktası da burada başlar aslında. Daha somut anlamda İslamcılık, bir sivil hareketten çok siyasi bir hareket niteliğindeydi. Altını çizmek gerekirse İslamcılık, siyasi iktidarı yani yönetmeyi amaçlayan, devletle bütünleşmeyi hedefleyen bir hareket olarak konumlanmaktaydı. Bu açıdan İslamcılığın beslenebileceği tek kaynak dinin araçsallaştırılmasıydı.
Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi entelektüellerini de etkileyen İslamcılık; dini düşüncenin, geleneğin ve sivilleşmenin çok daha ötesinde “siyasal olanı” temsil eden bir karakter taşır. Dönemin egemen tartışması her ne kadar “dinin yerini neyin alacağı üzerine yoğunlaşsa” da, asıl tartışma konusunun tebaa ulusları bir arada tutma üzerineydi. Diğer bir ifadeyle ulus-devlet tartışmalarının Batıyla barışık olmayan İmparatorluğun egemenlik alanında da hissedilmeye başlanmasıydı. Osmanlı’da ve Osmanlı sonrası Cumhuriyet’in siyasal modalitesinde İslamcılık sivil dini bir geleneğin değil siyasal odaklı bir siyasetin ürünüdür. Osmanlı ve Türkiye’de ise bunun çok daha ötesinde imparatorluğu/Cumhuriyeti daha güçlü kılma ve ebedileştirme doktrinine dönüştü. İslamcılığın kendisi bir siyasal hareket olarak var olmadı, aksine var olan ya da var olmaya çalışan siyasetin elini güçlendiren sihirli bir değnek olarak kimlik kazandı. İslamcılığın başından beri bir modernleşme projesi olarak ileri sürülmesi bu tespiti kanıtlamaktadır. Diğer bir deyişle İslamcılık her ne kadar Batı karşıtı toplumsal bir modernleşme projesi olarak öne çıkarılsa da, modernleşmenin İslamcı geleneğin özgünlüğüne uygun olmadığı gerçeği göz ardı edilmiştir. Zira İslamcılık söylediğimiz gibi bir devlet projesidir, devletle/siyasal olan ile birlikte varlık kazanır. Siyasetin olmadığı yerde İslamcılık da yoktur. Altı çizilmesi gereken husus, İslamcılığın “bekayı devlet” merkezli bir faaliyete dönüşmesiyle, ortaya “devleti kurtarma” ve “devlet-i ebed müddet” merkezli siyaset tarzını yaratmıştır. Bu tarz-ı siyaseti Kürtlere karşı yürütülen politikalarda sıkça görebiliriz.
“Üç Tarz-ı Siyaset”, Yusuf Akçura tarafından yazılmış önemli bir çalışmadır. Makale, İmparatorluğun istikbali için izlenmesi gereken politik sorunlara cevap arama özelliği taşır. Akçura’nın üzerinde durduğu üç farklı siyaset tarzı vardır. Bunlardan birincisi “Osmanlılık”, ikincisi “İslamcılık” ve üçüncüsü ise “Türkçülük“tür. Akçura, burada hiçbir müphemliğe yer vermeksizin üç farklı siyaset tarzıyla doğrudan bir ulusu ve ulusu öne çıkararak merkezileştiren siyasi ideolojilere işaret etmektedir. “Türklük-Türkçülük” ontolojisiyle ilişkilendirilen bu ana akım fikirlerin siyasi bir yönetim/rejim modelinden ziyade siyaset teorisini sistemleştiren cezbedici bir paradigma üzerinden tasavvur edildiği ihtimali de yok değil. Batı karşıtı bir Doğu hayali dönemin aydınları, politik aktörleri ve ulusalcı hareketler açısından önemlilik gösteriyordu; özellikle de “köklerine” dönmeyi amaçlayan İslamcı/Osmanlıcı ana akım düşünce için baş döndürücü ve vazgeçilmezdi. Üstelik Doğuyla Batı’yı kesin bir biçimde birbirinden koparacak olan da buydu. Batı’da coşkuyla karşılanan, Doğu’da ise derin çatlaklar oluşturan Fransız Devrimi’nin kışkırtıcı bir dinamizm olduğunu da hatırlamak gerekir. Devrim’in, imparatorluk hinterlandında tebaa uluslar açısından da son derece sevindirici ve uluslaşma konusunda önemli imkânlar ve fırsatlar sağladığını da belirtmek gerekir. Aynı şekilde Fransa’da Aydınlanma Doğulu uluslara politik bir dayanak ve siyasal açıdan kendini özgürleştirmenin bir aracı olarak da referans oluşturur. Bu nedenle koparılan bunca gürültü, Osmanlı’nın parçalanmadan “Osmanlı milleti” fikriyle tebaa, ulusları bir arada tutabilme üzerineydi. Öte taraftan Türkçülüğün, gayri Müslim ulusları yok etmesiyle sonuçlanan ulusçuluğun ve yanı sıra siyasi bir ideoloji olarak İslamcılığın yerine toplumsal bir gelenek ve örfü temsilen dinin/inancın birleştiriciliğine özgü bir fikir ikame olunur. Bir ulusal kimlik olarak Türkçülük, devletin ve yanı sıra ulusun varlığını sürdürmesi buna bağlıdır. İttihatçı geleneğin bir bütünleşme ideali olarak “Pantürkizm” ve İslamcıların “İslam sadece ibadet veya salt bir sosyal sistem değildir; en geniş anlamda tüm dünya Müslümanlarını içeren bir siyasi topluluktur” idealiyle ileri sürdüğü, “ Panislamizm” düsturuyla kuramlaştırılan “İslam dünyasına liderlik” ideali, Türklüğün ve Sünni Türk İslamcılığın egemenliği fikrini merkeze alır. İslamcılığın, Batı karşısında Doğu, “kâfir Batı” karşısında İslam, “Halife-i Müslimin” şahsında dünya Müslümanlarını birleştirme teziyle dile getirmek istediği “muhayyel cemaat” ideali böyle bir düşüncenin ürünüdür. Bu düşüncenin 2002’de iktidarı devralan İslamcılığın, iç politikada “millileşme” ve dış politikada ise “Türk milleti” vurgusu bunu doğrular niteliktedir. Ancak ruhunu İslamcılıktan, modernleşme karakterini Batı’dan devşiren muhafazakârlık, üslup ve etnik gramerini “Türklük”ten alarak Doğu’nun (Doğu toplumlarının değişmezliği) ilerleme karşıtı “asrısaadete” dönüş ütopyasını imleyen ve adeta dondurulmuş tarihe dönüşü yeniden ilan eder. İslamcılığın Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi ulusal bir çehreye bürünmesiyle milliyetçilik tanımı da değişir ve bu yönde siyasi, sosyal ve eko-politik tüm gelişmeler ulusun millileşmesiyle ve coğrafyanın jeo-politik morfolojisiyle ilişkilendirilir. Parçalanmış Doğu karşısında İslamcılığın bütünleştirici toplum hayali Türklüğün ve hatta yanı sıra Fars İslamcılığın monolitik ve totaliter duvarına çarparak ulusal kimliğine geri dönüş yaparak kendisini tüketir. Bir diğer deyişle, onarılmayı bekleyen Doğu, bir kez daha İslamcı ulusçuluğun elinde otoriter, tekçi ve ulus merkezli rejime dönüşerek toplumsal çoğulculuğu, hak ve özgürlükleri, öteki ulusal kimlikleri yutmaya başlar. Böylesi bir sosyo-politik iklimde İslamcılığın ulustan arındırılmış bir kurtuluş manifestosu iddiasıyla ilan edilmesi gerçeği yansıtmıyor.
Kaynak: farklı Bakış