Tarih: 24.09.2019 18:30

BİR TOPLUMSAL ADANMIŞLIK HAREKETİ OLARAK AHİLİK

Facebook Twitter Linked-in

1332 yılında Lazkiye’den hareket eden ve on günlük bir deniz yolculuğunun ardından Alanya kıyılarına yanaşan bir Ceneviz gemisinden inen Tanca doğumlu, Faslı Berberî Müslüman seyyah; İbn Battûta, bir süre şehirde kaldıktan sonra Antalya’ya geçmiş ve burada Şeyh Şehâbeddîn Hamevî’nin medresesinde misafir olmuştu. Daha öncesinde toplumsal faaliyetlerinden hareketle dünyada, bir eşlerinin daha bulunmadığını belirterek haklarında şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla detaylı bilgiler verdiği ahiler ile ilk kez burada karşılaştı. Misafir olduğu medresede gelip kendisini bularak zaviyelerine davet eden ahilerin sofrasında yemek yedi, sohbetlerini ve zikirlerini, coşkun semahlarını izledi. Bununla birlikte, anlaşılan o ki İbn Battûta’nın ahilere ve ahiliğe ilişkin nihai kanaati Denizli’de yaşanan bir hâdise ile biçimlenmiştir.

Şaşırtıcı bir iyilik hikâyesi

Antalya’dan sonra Diyâr-ı Rûm (Anadolu) seyahatine devam ederek Isparta ve Akşehir üzerinden Denizli’ye gelen İbn Battûta’nın yazdıklarına bakılırsa şehre girdikleri esnada, dükkânlardan çıkan bir grup insan onun ve yanında bulunanların etrafını çevirmiş, atlarının dizginlerine sarılarak kendilerini bir tarafa doğru çekmek istemişlerdi. Bu sırada başka bir grup daha çıkageldi ve daha önce gelenlerle tartışmaya başladılar. Tartışma giderek hararetleniyor, içlerinden bazıları hançerlerini çıkararak diğerlerine saldırmaya hazırlanıyordu. Türkçe bilmedikleri için (“Henüz Türkçeyi anlamaya başlamamıştım.” diye belirtir İbn Battûta) etraflarını saran insanların konuşmalarından hiçbir şey anlamayan yolcular korkmuş, kendilerine musallat olan bu insanların canlarına ve mallarına kast etmek isteyen eşkıyalar olduklarını düşünmeye başlamışlardı. Fakat o sırada yanlarına gelen ve Arapça bilen bir adamın durumu kendilerine izah etmesiyle korkularının lüzumsuz olduğunu anladılar. Duydukları, Antalya’daki deneyimlerinin ardından yolcuları bir kez daha ve bu sefer daha derin bir şaşkınlığa sürüklemişti.

 

 

İbn Battûta ile yanındaki diğer yolculara tercümanlık yapan adamın anlattıklarına göre, kendilerini karşılayan ve atlarının dizginlerine sarılan ilk grup Ahi Sinan’ın, daha sonra gelip de birincilerle tartışmaya girişen ikinci grup ise Ahi Tuman’ın adamlarıydı. Her iki taraf da yolcuların kendi zaviyelerinde misafir olmasını istiyor, bu şerefin kendilerine ait olduğunu iddia ederek birbirleri ile münakaşa ediyorlardı. Neyse ki hâdise, büyüklerin de araya girmesiyle daha fazla dallanıp budaklanmadan tatlıya bağlandı. Ahiler aralarında kura çekerek misafirleri, sırasıyla ağırlama konusunda anlaştılar. Kurayı Ahi Sinan’ın ahileri kazandı ve misafirler, ilk gece onların zaviyesine gittiler. Sofralar kuruldu, yemekler yenildi. Misafirler hamama götürülerek bir güzel yıkandı (İbn Battûta, hamamda kendisine bizzat Ahi Sinan’ın hizmet ettiğini özellikle vurgular) ve sürülen güzel kokularla rahatlatılıp paklandılar. Ardından güzel sesli hâfızların kıraat ettiği aşr-ı şerîfleri dinlediler, ahilerin semahını izlediler ve en sonunda da yine binbir türlü ikram ve iltifat eşliğinde dinlenmek üzere kendileri için özel olarak hazırlanan hücrelere çekildiler. Ertesi gece benzeri şeyler Ahi Tuman’ın zaviyesinde yaşandı. Yolcular orada da en güzel şekilde ağırlandılar. Şehirde kaldıkları süre boyunca çok iyi ağırlanan misafirler; mutlu, memnun ve minnettar bir şekilde yollarına devam ettiler.

İbn Battûta’nın olağanüstü seyahatnamesi Rıhle’den öğrendiğimiz bu misafirperverlik öyküsü, şüphesiz sadece ona ve yanında bulunanlara özgü bir uygulama değildi. 13 ve 14. Yüzyıl Anadolu’sunda bir yere misafir olan her yolcu, aynı misafirperver muamele ile karşılaşıyordu. Selçuklu bakiyesi olan bu coğrafyada söz konusu misafirperverlik, birçok iyilik ve diğerkâmlık örneği ile birlikte “ahilik” adı altında kurumsal bir kimliğe kavuşmuştu ve toplumsal yapının önemli bir bileşeni olarak işlev görüyordu. Özellikle toplumsal karışıklık dönemlerinde siyasî ve sosyokültürel bir denge unsuru olarak da öne çıktıkları görülen ahiler ve temsil ettikleri etik değerler, Anadolu coğrafyasındaki Müslüman Türk tarihinin iftihar tablosunun en saygın ürünleri arasındadır. Bugün aynı isim altında olmasa bile söz konusu değerlerin toplumsal hayatımızda şu ya da bu biçimde yaşamaya devam ediyor olması, milletimizin, tıpkı geçmişi gibi ihtişamlı olacağına yürekten inandığımız geleceğinin de en açık garantisidir.   

İyiliği teşkilatlandırmak

Arapçada “kardeşim” anlamına gelen “ahî (ﺃﺨﻲ)” ya da eski Türkçede “cömert, eli açık ve yiğit” gibi anlamlara gelen “akı” kelimeleri ile ilişkili olabileceği tahmin edilen “ahi” kavramının etimolojik kökenine ilişkin dilbilimsel bir ittifak yoktur. Bununla birlikte hem kardeşlik hem de cömertlik ve yiğitlik gibi hasletlerin olgunun tarihî pratiği tarafından ihtiva ediliyor olması, kavramın her iki kelime ile de ilişkili olabileceğini göstermektedir. Nitekim en belirgin şekilde ve deneyime dayalı olarak İbn Battûta tarafından nakledilen ahiler hakkındaki bilgiler, ahilerin, kendilerini sosyal hizmetlere adamış iyilik erleri olduklarını ve ahilik adı altında teşkilatlandıklarını ortaya koymaktadır. Özellikle gençlerin maddî ve manevî olarak eğitildiği zaviyelerinde bir tür din, ilim ve kültür hizmeti veren bu iyilik erlerinin bir yandan şeyhlerinin önderliğinde kendilerini yetiştirip ruhen olgunlaşma gayreti içerisinde oldukları, diğer yandan da içinde yaşadıkları toplumu sosyal ve ekonomik anlamda yönlendirdikleri söylenebilir. Bu bakımdan ahiliğin “tasavvufî bir veçhesi de olan sosyokültürel bir toplumsal oluşum” olduğunu söylemek mümkündür.

Kuşkusuz hiçbir yapı birdenbire, kendiliğinden ortaya çıkmaz. Beslendiği kaynaklar, etkilendiği deneyimler olmalıdır. Dolayısıyla 13. Yüzyıldan itibaren Anadolu ve Balkan coğrafyasında görülen kendine özgü bir Türk-İslâm müessesesi olarak ahiliğin de tarihsel kaynakları vardır. Araştırmacılar arasındaki genel eğilim; ahiliğin, 8. Yüzyıldan sonra İslâm dünyasında tasavvufî bir kavrayış formu olarak görülen fütüvvet anlayışının yeni bir varyantı olduğu yönündedir. İlk olarak sûfîler tarafından “gençlik, fedakârlık, iyilik, hoşgörü ve nefse hâkimiyet” gibi anlamlarda kullanılan “fütüvvet” kavramı, 13. Yüzyılda Abbâsî Halifesi Nâsır Lidînillah tarafından sosyal, siyasal ve ekonomik bir yapı halinde teşkilatlandırılmış ve İslâm dünyasının her tarafında işlevsel olan bir teşkilat haline getirilmeye çalışılmıştı. Bu teşkilatlanma girişiminin, Moğol kasırgasının İslâm dünyasını kasıp kavurduğu 13. Yüzyılda Müslümanların toplumsal hayatını ve elbette istilacılara karşı direnişi domine eden en önemli unsurlardan biri olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte söz konusu anlayışın izlerinin İslâm tarihinin erken dönemlerine, hatta İslâm öncesi dönemlere kadar takip edilebildiği de not edilmelidir.

 

Fetâ ve fütüvvet kelimesi, eskiden beri Araplar arasında erdemli ve ahlaklı gençler için kullanılan bir kavram olup iyilik ve yardımseverlik gibi vasıflara ek olarak ticarî hayatta da doğru olmayı tarif ediyordu. Peygamber Efendimiz’in peygamberlik öncesi döneminde mensubu olduğu toplumsal iyilik, adalet ve barış girişimi olan Erdemliler Cemiyeti (Hılfü’l-Fudûl) yapılanması da söz konusu köklü geleneğin bir uzantısıydı. İslâmî dönemde Hz. Peygamber’in övgüyle söz ettiği bu hareketin İslâmî toplumsallığın temellerini oluşturan yapı taşlarından biri olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur.

Ahilik: Fütüvvetin Türk’çesi

Fütüvvet yapılanmasının Anadolu ve Balkanlara, bir diğer ifadeyle Müslüman Türklere özgü bir formu olduğu anlaşılan ahilik teşkilatı, klasik fütüvvet anlayışına Türklerin kadim faziletlerinin ilave edilmesiyle (ya da tam tersine Türklerin kadim faziletlerine klasik fütüvvet anlayışının ilave edilmesiyle) oluşmuş bir iyilik hareketi olarak değerlendirilebilir. İbn Battûta’dan öğrendiğimize göre Türkmenlerin yaşadığı her vilayette, her şehir ve köyde mevcut olup her biri halk arasında muteber bir mesleğe sahip bulunan” ahiler, toplumsal yaşamın adeta dinamosu gibiydiler. Yaşadıkları yerlerin ekonomisini kontrol edip yönlendirir, halkın ve gençlerin eğitiminde belirleyici bir rol oynar, dezavantajlı grupların topluma entegre edilmesini sağlar, kimsesizlerin kimsesi olup bekarları evlendirir, öksüz ve yetim çocuklar ile dul kadınların maişetini temin eder, yaşlıların bakımını üstlenir, hatta siyasî otorite boşluğunun söz konusu olduğu dönemlerde siyasî istikrarı da temin ederlerdi. Örneğin düşman saldırısı durumunda eli silah tutanları teşkilatlandırıp direnişi örgütler, halka musallat olan zorbaları yola getirir veya suçluları cezalandırma konusunda inisiyatif alırlardı.

Ahilik, özellikle Anadolu ve Balkan coğrafyasında siyasal olana paralel olarak gelişen organize bir toplumsal iyilik hareketiydi. Siyasî krizlerden, mağlubiyetlerden, çözülmelerden ve askerî hezimetlerden bağımsız olarak toplumsal yapının sıhhatli bir biçimde işlemesini sağlayan, onu muhafaza eden koruyucu bir sur duvarıydı. Bu yönüyle siyasî yozlaşmaların Müslüman-Türk toplumuna sirayet etmesini, dolayısıyla yozlaşmanın bütüncül ve kuşatıcı bir hastalığa dönüşmesini engelleyen bir yapı olduğu da söylenebilir. Bundandır ki tarih boyunca Müslüman Türklerin hiçbir siyasî hezimeti mutlak ve kalıcı olmamış, zaviyeden, tekkeden ya da medreseden yükselen gür bir sada her zaman kendisine yol bulup toplumsal olan üzerinden siyasal olanı yeniden yapılandırabilmeyi bilmiştir.        

Toparlayacak olursak, bir yanıyla sentetik olmakla birlikte şüphesiz özgün bir sosyokültürel yapılanma olarak ahilik, atalarımızın bu coğrafyayı mülk edinme süreçlerinde kullandıkları sosyolojik aygıtların başında gelmektedir. Anadolu ve Balkan coğrafyasında kalıcı izler bırakan Türk’ün tarihe attığı silinmez bir imza, yaşadığımız coğrafyanın kültürel varlığını tahkim eden görkemli bir anıt, milleti millet kılan varoluşsal unsurların ve insanî hasletlerin şu ya da bu biçimde muhafaza edildiği muhkem bir mahfaza olmuştur.           

 

Mustafa Alican

Makas dergisi, Ağustos-Eylül 2019, sayı 9




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —