Yukarıdaki soruya cevap teşkil edebilecek pek çok genel başlık bulmak mümkün. Her iktidar, döneminin sonuna yaklaşılırken, o başlıklara uygun davranışlar (icraatlar, uygulamalar) sergilemeye başlar ve serinkanlı değerlendirme yapabilecek gözlemciler onlara bakıp teşhisi koyabilirler.
Genel cevap bu olmakla birlikte kendi soruma benim verebileceğim daha özel bir cevap var: İktidarda bulunanların makbul bellediği basın-yayın organları (gazeteler, televizyon kanalları, haber siteleri, sosyal medya kullanıcıları, troller ve troliçeler) iktidar tarafından devreye sokulan uygulamaları savunmakta zorlanmaya başladığında o yolun yol olmadığı teşhisini koyabiliriz.
Özellikle basın-yayın organlarının çeşitliliğinin çok arttığı günümüzde teşhis ve tespitte bulunmak çok kolay; ancak geriye gidildiğinde de, bizde ve başka ülkelerde, iktidara yakın bilinen gazetelerin manşetlerinden, yazarların köşelerinden aynı izlenim alınabilir.
Yanlış anlaşılmaması için bir ara sıcaklık olarak iktidar-medya ilişkilerinde görülen olağanüstü yakınlığın yalnızca bize -Türkiye’ye- özgü olmadığını hatırlatmak isterim. Dünyanın başka ülkelerinde de iktidarlar medyayı ve medya mensuplarını kendilerine yakın durmaya zorluyor, medya ve medya mensupları da bu zorlamadan etkileniyorlar.
Ve bu durum da şikayet konusu oluyor.
Örnek olsun diye birkaç gün önce İngiliz Mail on Sunday gazetesinde köşesi bulunan Peter Hitchens’in yazısından bir bölümü aynen aktarayım:
“Önemli Amerikan yazarı H.L.Mencken, gazeteler ile iktidar arasında olması gereken ilişki tarzının köpekle elektrik direği ilişkisi türünden olması gerektiğini söylemişti. Romanlarda, sinemada ve bir dereceye kadar gerçek hayatta, gazeteciler, otoritenin yanlışlarını açığa çıkarır, gerçeğin peşine düşerler.
“Benim neslimin pek çok gazetecisi bunu doğal bulur ve hepimiz ‘Başkanın bütün adamları’ olağanüstü filminde yansıtıldığı biçimiyle, Richard Nixon’un Watergate skandalı ile işlediği suçları ortaya çıkaran Bob Woodward ve Carl Bernstein’i hatırlarız. Çoğumuz onlara benzer bir şeyler yapma hayali kurarız.
“Şu yakınlarda garip bir durum musallat oldu benim mesleğime. Her gün daha fazla gazeteci hükümetin veya siyasi partilerin sözcüsü olmayı benimsedi. Daha da kötüsü, resmi çizgiye uymayı reddedenlere saldırmaya da başladılar.”
[15 Kasım tarihli yazının bu bölümünün başlığı şu: “Watergate bugün olsaydı Nixon yırtardı; Irak’taki kitle imha silahları tartışması bugün yaşansaydı aslında var olmadıklarını öğrenemezdik.”]
Hitchens, bizzat yaşadığı birkaç örnek olayı da aktarıyor yazısında.
Onun anlatmaya çalıştığı medyaya bulaşan yeni hava herhalde sizlere de yabancı gelmemiştir.
Medyaya bizde hakim olan o hava sayesinde iktidarın işinin zorlaşmaya başladığı daha kolay anlaşılabiliyor.
Kurt kuzuya “Suyu bulandırıyorsun” demekte
Bu konuya örnek teşkil edecek taze bir örneğim var.
Hayır, kısa süre öncesine kadar manşetlerden övülen, köşelerde göklere çıkartılan bir bakanın ani istifasının meydana getirdiği şaşkınlığı, Mısır’daki sağır sultanın bile duyduğu istifayı belli-başlı gazeteler ile televizyon kanallarının 27 saat boyunca görmezden gelmelerini kast etmiyorum.
O da capcanlı bir örnek tabii, ama benim vereceğim örnek daha taze.
İyi Parti lideri Meral Akşener’in kürsüye taşıması sayesinde öğrendik: İstanbul belediye başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında içişleri bakanlığı müfettiş soruşturması açmış. Müfettiş/ler, Kanal İstanbul projesine belediyenin karşı tavrını sergileyen ‘Ya Kanal Ya İstanbul’ afişlerini ‘anayasaya aykırılık’ gerekçesiyle soruşturuyorlarmış…
Kanal İstanbul ‘devlet projesi’ imiş ve belediye ona karşı çıkmakla ‘anayasa suçu’ işlemekteymiş…
Ne kadar da kuzunun suyu bulandırdığını iddia eden kurt hikayesine benziyor, değil mi?
‘Anayasa suçu’ işleyen belediye başkanına ne yapılırsa, müfettiş raporu sonrasında, Ekrem İmamoğlu’nu da öyle bir akıbet bekleyebilir.
[Suçlar arasına ‘anayasa suçu’ kavramının ilk kez ve bu vesileyle sokulmasını ilginç, genel ve yerel yönetimler açısından da tehlikeli buluyorum. Böyle bir kapının açılması ileride vahim sonuçlar doğurabilir. Kayda geçsin isterim.]
Bugünkü gazetelere Ekrem İmamoğlu’na Kanal İstanbul projesiyle ilgili açılmış soruşturma konusunda ne tür yayınlar yapıldığı merakıyla yaklaştım.
Gördüğüm şu: Sesi fazla duyulmayan sayıca az muhalif gazeteler olayı ciddiye almış, herbirinin birden fazla yazarı konuyu eleştirel yönden ele alan yazılarla okur karşısına çıkmış. Buna karşılık, iktidarın makbul saydığı gazeteler haberi küçük görmüş, yazarlar ise yazacak başka konular bulmuş…
İlginç.
Kalemlerin kılıç gibi kullanıldığı daha önceki bazı dönemlerden de benzer mahcubiyetlerin iktidara yakın basın-yayın organlarında yaşandığı görülmüştü. Günümüzde de bu olay makbul medya tarafından aynı muameleye tabi tutulmakta.
Bunun tersi de doğru: İktidar sözcülerinin söylemlerine şu sıralarda yansıyan ekonomi ve hukuk alanlarında reform yapılacağı ‘müjdesi’ ise, aynı gazeteler ve televizyon kanallarında coşkuya sebep oluyor.
İşi, “Osman Kavala ve Ahmet Altan artık serbest bırakılmalı” temennisine kadar vardıranlar çıkmış.
Oysa, aynı gazeteler ve yazarlar, benzer temennileri daha önce dile getirenleri, günün özelliğini yansıtan çeşitli sıfatlarla yaftalamaktaydılar.
Ekrem İmamoğlu hakkında açılan soruşturmadan duyulan mahcubiyet ile özgürlükten yana temennilerin iktidarın kendisine yakın bulduğu medyaya yansımasını hayra alamet sayabiliriz.
İktidar açısından ise iyiye yorumlanamayacak bir işaret fişeğidir bu.
Nagehan Alçı’nın son yazısından (Habertürk, 15 Temmuz 2020) bir bölümü dikkatlerinize sunarak yazıma son vereyim:
“Benim tek endişem var…
O da Tayyip Bey’in başlattığı bu haklı reform ateşinin AK Parti içi savaşlara kurban gitme ihtimali.
İslami kesimin içinde benim boyutlarını anlamakta zorlandığım seviyede bir iç savaş var.
Kim kimi tasfiye edecek kaygısı ve korkusuyla kimse sağlıklı düşünemez hale gelmiş.
Herkes her an saf değiştiriyor. Herkes konumunu ve makamını korumak için her an boyut değiştiriyor.
İş öyle bir iç iktidar mücadelesine dönüşmüş ki kimse meselelerin esasına bakmaz hale gelmiş. Herkes kendi safının ayakta kalması derdinde. Mesela normalde özgürlükçü eğilimde gördüğüm bir köşe yazarı ile konuşuyorum. İşin özüyle ilgilenmiyor. Onlar kazanırsa beni tasfiye ederler diye kaygılanıyor ve korkuyor.”
[Yazının başlığı da şu: “Bu kez özgürlük ve hukuk seferberliği fırsatı kaçmamalı.”]
Kaygıya ve ona dayalı korkuya dikkat etmişsinizdir herhalde.
ΩΩΩΩ
Yazıya ek (Saat: 09.45)
ABD dışişleri bakanı Mike Pompeo’nun ziyareti
ABD dışişleri bakanı Mike Pompeo‘nun Türkiye ziyaretinin haberi Hürriyet‘te şöyle yer aldı:
“ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, önceki akşam geldiği İstanbul’da dün önce Balat’ta bulunan Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne geçti. Pompeo’yu Fener Rum Patriği Bartholomeos karşıladı. Eşi Susan Pompeo’nun da eşlik ettiği Bakan, Patrikhane’yi gezerek yetkililerden bilgi aldı. Aya Yorgi Rum Patrikhane Kilisesi’ni de gezen Pompeo, mum yaktı. Ardından Pompeo ve Patrik başbaşa ve heyetlerarası görüşmeler yaptı. Pompeo ve heyeti, yaklaşık 1.5 saat sonra Patrikhane’den ayrıldı. Pompeo ve beraberindekiler daha sonra Eminönü’nde bulunan Rüstem Paşa Camisi’ni gezdi. Pompeo daha sonra Gürcistan’a gitti.”
Fotoğraf Hürriyet’ten..
Haber gazetenin birinci sayfasında “ABD’li bakanın garip ziyareti” başlığıyla yer aldı.
Pompeo Türkiye’ye gelip resmi sıfatlı kimseyle görüşmedi ve yalnızca Patrik Bartolemeos‘u ziyaretle yetindi; bu ‘garip’ bulunmuş olmalı.
Oysa bunda garip bir yön yok.
Pompeo Trump‘la birlikte gidiyor ve İstanbul’a gelişi bir veda ziyareti.
Bakanın kendisinin değil, eşinin veda ziyareti.
Zira bakanın eşi Susan Pompeo Yunan asıllı ve Ortodoks kilisesine mensup.
Hadi Hürriyet bu ayrıntıyı bilmiyor, acaba devlet de mi bilmiyor?