Tecrübeli ve birikimlerini tâkip etmekten zevk aldığım kıymetli bir büyüğüm olan Bülent Korman’a âit bir benzetme bu. Bülent Korman bir yazısında sayın muhalefet liderinin Halil İbrahim Sofrası benzetmesine nazire olarak kullanıyor Serpme Kahvaltı Sofrası benzetmesini. Bana da bu yazıyı kaleme almak için ilham verdi…
Demokrasi ile refah arasındaki bağı son zamanlarda biraz daha yoğunluklu düşünmeye başladım. Eskiden beri tartışılan demokrasi ile kalkınmışlık ilişkisi gibi bir şey değil bu. Onu aşıyor. Refah kalkınmışlığın fonksiyonu değil mi? Evet, doğru; lâkin kalkınma veyâ kalkınmışlık saf bir ekonomik gösterge iken, refah hem ekonomik hem de kültürel boyutlar taşıyor. Kalkınma kavramı refâhı önceliyor ve onun bir kaldıracı gibi görülüyor. Daha evvel de yazmıştım; orta mektep zamanlarımda, bana sosyalist kalkınma modelini ballandıra ballandıra anlatıp beni gûya erkenden “bilinçlendiren” ODTÜ’lü bir âbiye, saf saf, bu ürünleri ne yapacağımızı sormuştum. Âbimiz kısa bir duraklamadan sonra bir burjuva toplumu gibi yaşayamayacağımızı, bunların temel ihtiyaçlarımıza âit kısmını eşitlikçi bir şekilde paylaşıp, kalanını ihraç edeceğimizi söylemişti. Hâsılı, refahtan arındırılmış bir kalkınma modeliydi onun kafasındaki model. Daha sonra bu modelin sağda da karşılığı olduğunu hayretle görmüştüm. Eski tüfek sağcılar da milliyetçi-mukaddesatçı kalkınma modeliyle yaşanacak bir üretim patlamasının, bir mümine yakışan, mazbut bir kısmının tüketime sokulup, gayrısının ihraç edilmesini müdafaa ediyorlardı. İhrâcat gelirlerimizi de tüketime sokmayacak; derhâl yeni yatırımlara kaynak hâline getirecektik.
Hem sol, hem de sağda kapitalizm eleştirisi müşterekti. Sol bunu iddialı, sağ ise biraz mahçup bir şekilde yapardı. Hâlbuki her kisinin kalkınma modeli serâpa kapitalist idi. Bunu Weber’i okuyup öğrendiğim zamân anlamıştım. Weber, “Protestan Etik: Kapitalizmin Ruhu” başlıklı taç eserinde, kapitalizmin birikimci, tasarrufçu boyutu üzerinde durmuş ;bunun harcamanın frenlenmesini sağlayan husûsî bir ahlâk olan püritan ahlâk tarafından sağlandığını açıklamıştı. Bizim sol ve sağ çevrelerin kafasındaki kalkınma modeli ile birebir örtüşen ve kaynağını, şuurlu veyâ şuursuz olarak büyük ölçüde tasavvufî kanaatkârlıktan devşiren ve onu bir nev’i mühendislik ile melezlendiren bir zihniyete sâhipti. Hâsılı tekke-mühendishâne bileşimi olan bir bakıştı bu. Devrimciler ve muhafazakârlar bu bileşimi farklı jargonlarla da olsa müştereken ortaya koyuyorlardı. Burjuva gibi yaşamak solun en ekber günahıydı. Bunun sağdaki karşılığı mürtedlikti. (Tuhaf olan kavganın aşağıda verilmesiydi. Taşralı kızgın militanlar birbirlerini burjuvalaşmakla, mürted olmakla suçlayıp boğazlaşırken, otantik olarak burjuva olanları uzaktan seyretmekle yetinmeleriydi. Bunu, yine bu köşede, “Keskinler, Dokunulmazlar ve Donuklar başlıklı bir yazımda teferruatlı olarak yazmıştım).
Eski tüfek sol kültür emperyalizmini reddetmese de ona birinici derecede ehemmiyet vermiyordu. Eski tüfek sağ ise kültür emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerini mesele ediyor, ekonomik emperyalizmin farkında olsa da bunu merkeze koymuyordu. Ama neticeten ifâde edecek olursak, eski tüfek sol ve sağın bir diğer müşterek noktası da, yine ilkinin çok baskın, diğerinin ise daha pısırık bir seviyede anti-emperyalist tavırlarıydı.
Tekke -mühendishâne bileşimi olan, bagajında anti-emperyalizmi taşıyan bu püritan bakışı, yine bir mühendis siyâsetçi olan Turgut Özal kırdı. Turgut Özal, Süleyman Demirel, Necmeddin Erbakan, hattâ ağabeyi Korkut Özal’dan bile daha farklı bir zihniyete sâhipti. Dinî olarak “ocaklı”; ağabeyleri kadar da İTÜ’lüydü. Ama onlardan farklı olarak, tekke-mühendishâne bağlantısını muhafaza etmekle berâber topraklıyor, esnaf fırsatçılığıyla bezediği tüketime özerk bir alan açıyordu. Onun 4 Eğilimi Birleştirme projesinin sırrını çok daha sonralarda anlamıştım. Turgut Özal, eski tüfek kavgaların ne kadar kayıkçı kavgası olduğunun farkındaydı. Biz tüketim birleştirir şiârıyla hem sağa, hem de sola bir çağrıda bulunuyordu. Çağrı karşılığını buldu. “Ayınmış”, “arınmış” sağcılar ile aynı dönüşümü yaşamış olan solcular Özal’ın etrafında buluştu. Ayıltıcı etki 12 Eylül’ün işkencehânelerinden ve mahkeme celselerinden, arındırıcı etki ise Özal’lı meclislerin müşfik ve neş’eli celselerinden geliyordu. 12 Eylül’ün askerleri sol ve sağı dövdü; aynı dönemde etkili bir bürokrat olan Turgut Özal ise dayak seansı sonrasında kurbanları müşfik kollarında topluyordu. Hiçbir Allah’ın kulu da çıkıp, bu zâtın kendilerini döven rejimin en kilit muvazzaf adamlarından olduğunu sorgulamadı. Bu, liberalleşme dalgası olarak anılır. Aslında liberalleşme, sürecin teorik güzellemesidir. Mesele, evvelâ perhizkâr, püritan geleneklere sâhip Türk seçkinlerinin tüketim ile barıştırılmalarıydı. (Bu sürecin entelektüel peygamberi hiç şüphesiz keskin ve buşuşçu zekâsıyla köylü kızlarına tenis oynatma fantazisinin kurucusu olan Çetin Altan’dı). Aydınların ideolojik-kültürel baskısından kurtulan kitleler de kısa zamanda bu furyaya katılacaktı. Artık zenginlerle kötü yoksulların klişe olduğu Yeşilçam filmleri çekilmeyecek; köylü, kasabalı erdemlere güzellemeler yapan romanlar, hikâyeler yazılmayacaktı. Sâdece 80’li senelerin filmlerine bu gözle bakanlar burada ne denilmek istendiğini anlayacaktır.
Eski militanlar Yeni Liberal Sol ekseninde, Yeni Liberâl Sağ çizgilerde yerlerini aldılar. Bir zaman sonra bunların arasında ne gibi farklar olduğu bile anlaşılmaz hâle geldi. Müştereken Yeni Liberaller olarak anılmaya başladılar.
Devam edeceğim…