Geçen haftaki yazımızda dünyanın en ilginç insanlarından biri olan Vambéry’nin, sahte bir derviş kılığına girerek Orta Asya gezisine nasıl hazırlandığını anlatmıştık. Bu yazımızda da konunun önemine binaen devam edeceğiz.
Vambéry, 1832 yılında Çekoslovakya’nın sınırları içinde kalan Dunaszerdahely kasabasında yoksul bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak doğar. Babasını hiç tanıyamadan kaybeder. Annesi, kendisinin sonradan “geçimi kolay, iyi kalpli” bir insan olarak tanıttığı ve nitelendirdiği Fleiscman adlı birisiyle evlenir.
Düzensiz bir şekilde süren öğrenim hayatı, açlık ve sefalet içinde geçer. Sık sık bırakmak zorunda kaldığı Hristiyan okullarında okurken bir yandan da çalışmak zorunda kalır. Bir yandan o dönemde dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Hristiyanlarca Yahudiliği yüzünden aşağılanırken, diğer yandan Musevilerce de dışlanmıştı bu kişi…
Bütün bu sıkıntı, aşağılanma ve olumsuzluklara karşın, akıl almaz zekâsı ve dile karşı (filolojik) yeteneğini göstermekte gecikmez ve 8 yaşında Almanca ve Macarca’nın yanı sıra, her Yahudi’nin ruhunda kor ateş gibi yer eden ve yaşayan İbraniceyi de okuyup yazmasını öğrenir ve tüm Tevrat’ı ezberlemeyi başarır. Bu arada bildiği dillere Türkçeyi de eklemekten geri kalmaz.
Yirmi yedi yaşına kadar Macaristan’ın çeşitli kentlerinde dolaşarak serseri bir hayat sürerken, çok ünlü Şarkıyatçı (Doğubilimci) Hammer’in önerisi üzerine, hayatında bir dönüm noktası oluşturan kararını vererek İstanbul’a (1857) seyahat eder. O dönemde Sultan Abdülmecit tahtta oturmaktadır. İstanbul’da bir anda hayatının akışı değişir. Kaldığı bu süre içinde, hayatını kazanmak umuduyla yabancıların yaşadığı çevrelere girerek zamanını geçirmeye başlar. Çok geçmeden Müslüman halk arasına karışmanın ve onlar arasında yaşamanın kendisi için daha yararlı olacağını anlamaya başlar.
Vambéry, artık paşa konaklarının aranılan öğretmenlerinden bir durumuna gelmiştir. İnsanoğlunun kaderi, bazen tasavvur edip düşünemediği şekilde değişikliğe uğrar ve bir anda kendisini güzelliklerle süslü bir hayatın içinde bulur. Onun da yıldızı, dönemin önde gelen devlet adamlarından Hüseyin Daim Paşa’nın konağına yerleştikten sonra parlamaya başlar. Bu Paşa’nın konağında, kendisine Reşit Efendi adı verilir. Ne ilginçtir ki, ünlü hattat ve dünya çapında değerimiz Hamit Aytaç (Hamid-i Amidi), yıllarca Cağaloğlu’nda çalıştığı ve hayatını geçirdiği hanın adı da “Reşit Efendi”dir.
Bu sırada çeşitli bakanlıklarda (eski adıyla nazırlık) bulunan Sadık Rıfat Paşa’nın konağına geçer. Vambéry’nin bu konaklarda Osmanlı aristokrasisinin hayat tarzını, gelenek ve göreneklerini ve misafir kabul şekillerini öğrenerek “tipik bir Osmanlı efendi ve centilmeni” olur. Şöhreti, saraya kadar yayılır. II. Abdülhamit’in kız kardeşi Fatma Sultan’a Fransızca dersler vermeğe başlar.
Vambéry, hayatının geçtiği bu güzel günlerinde, sonradan yakın bir ilişki içine gireceği II. Abdülhamit’le tanışır. Başta Mithat Paşa olmak üzere ileride önemli görevler üstlenecek birçok kişiye de öğretmenlik yapar. O dönemlerde çok önemli olan Dış İşleri Bakanlığı (Hariciye Nezareti) bünyesinde çevirmenlik görevini alır.
Rahata ve bolluğa kavuşmasına rağmen, içindeki öğrenme ateşi sönmek bilmiyor, boş zamanlarında ya kütüphanede araştırmalar yaparak ya da medreselerde dersler izleyerek değerlendirmeye çalışıyordu. Dile karşı korkunç bir yeteneği olan Vambéry, bir yandan Arapça ve Farsçayı, diğer yandan çeşitli İslam bilimlerini öğreniyor ve edindiği bilgilerle yetinmeyip bilgisine bilgi katmanın yolları peşinde koşuyordu.
Bu arada, bilimsel çalışmaları elden bırakmayan bu bağnaz Macar Yahudisi, küçük bir Almanca-Türkçe sözlük hazırlayıp yayımlıyor, Abuşka Lugatı olarak bilinen Çağatayca-Osmanlıca sözlüğü Macarcaya çeviriyordu. Boş durmayarak ve adeta gecesini gündüzüne katarak hem Macar Bilimler Akademisince, hem de Batının önde gelen gazetelerine muhabirlik yapıyor, böylece yazı ve yorumlarıyla kendisine uluslararası bir yer ediniyordu.
İçi içine sığmayan bu topal Yahudi’nin dört yıl süren bu renkli ve hareketli ilk İstanbul hayatı, onun kafasında önemli bir düşüncenin yerleşmesine ve bunun gereğini yerine getirme arzusuna neden olur. Bir Orta Asya gezisine çıkarak Macar Dilinin köklerini araştırma çalışması… O dönem için son derece tehlikeli olan bu düşüncesi, giderek onun başlıca amacı haline gelecek ve bunu gerçekleştirme yollarını araştırmaya başlayacaktır. Bu nedenle İstanbul’dan ayrılarak Budapeşte’ye döner. (1862)
Macar Bilimler Akademisinde, Osmanlılar hakkında bir konferans verir. Akademi başkanına, düşüncesini açarak onun desteğini almayı başarır ve bu kurumdan aldığı mali destekle yeniden İstanbul’a döner.
Vambéry’nin kafasında ırkçılık duygusu hep vardır. Yahudi ırkına mensup olmasına karşın, Macar ve Türklerin aynı kökten geldiğine inanmaktadır. Nasıl inanmasın ki, Rusya’da Rus- Fars kültürü ile yetişmiş olan Hüseyinzade Ali Bey ki, – Ziya Gökalp’ın önemli üstatlarından biridir.- Gökalp:
“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan”
Şiirindeki ruhu, kendine daha sonra “Turan” soyadını alan Hüseyinzade Ali Bey’den almıştır. O da Macar ve Türklerin aynı ırktan geldiğine inanır.
“Sizlersiniz ey kavm-i Macar, bizlere ihvan
Ecdadımızın müştereken menşei Turan
Bir dindeyiz biz, hepimiz Hak-perestan
Mümkün mü ayırsın bizi İncil ile Kur’an”
Bu İkinci İstanbul yolculuğu, Vambéry’ye bir derviş kılığında- hem de sahte bir derviş- Orta Asya içlerine kadar götürecektir. Kendisine “Orta Asya Kâşifi” unvanını kazandıracak olan bu yolculuk, seri halinde sürecek olan, çok ilginç buluş ve tespitleri içinde barındıran bilgilerden meydana gelecektir. (SÜRECEK)
Kaynak: Farklı Bakış