Kaderin bir cilvesi mi yoksa karakterimin bir neticesi mi bilinmez– belki de bu ikisi zaten aynı kapıya çıkıyordur- işlerimin bir yerinde her zaman çocuklar bulunur. Evimizde kapladıkları ve giderek “talan ettikleri” alan bir yana, ilk müvekkillerim arasında da hatırı sayılır bir yer tuttular.
Çocuk mahkemelerinde avukatlığını yaptığım müvekillerimle güzel anılarda sahne aldık. Derken çocuk edebiyatı içinde buldum kendimi ve üç kitapla aralarına sızdım, otuzundan sonra! Bizimkiler ayaklanmaya başlayınca da çocuklar üzerine okumalar yapma işine ağırlık verdik eşimle. Bu arada, boşanma davalarında avukatlık yaparken de rastladım kendilerine sık sık, sahne arkasında.
Çocuk sahibi olmayan çiftlerin boşanmaları nispeten kolay. Çocukları olan bir çiftin yollarını ayırmaları ise büyük acılara, derin tahribatlara, uzun yılların ardına sarkan pişmanlıklara sebep olabiliyor.
Boşanmak niyetiyle bana gelenlerle yaptığım görüşmeler profesyonellikten bir hayli uzak geçiyor. Profesyonellerin affına sığınarak belirtmek isterim ki merkezinde çocuk bulunan bir aile meselesinde kendi kurallarımın dışına çıkmıyorum. Kaldı ki ben bu mesleğe -daha genel ifadesiyle “esnaflığa”- piyasanın kurallarına asla uymamak kaydıyla başladım. Piyasanın da bir ahlakı varsa bile, böylesi “düşük” bir ahlaktan beri olmak gerektiğine olan inancımı şükür ki koruyorum.
Koca olarak karnesi zayıf bir adamın iyi bir baba olabileceği, benzer şekilde, “saygısız” bir gelinin yahut çekilmez bir eşin pekala iyi bir anne sayılabileceği göz ardı edilebiliyor. Eşine veya gelinine/damadına olan öfkesi kişiyi adaletsizliğe sürüklerken evliliğin armağanı olan çocuklar da ne yazık ki iki ateş arasında kalıyorlar.
Türkiye’de evlilik birliği sona erdiğinde, çocukların velayeti birlikte kullanılamaz hale geliyor. Yaşını başını almış insanların, çocukların velayetini almak için çekiştirip durduklarına, bu arada hileli davranışlar içine girdiklerine, mesela yavrularını inceden inceye “işlediklerine” şahit olmak üzücü.
Taraflara, evliliği ayakta tutmayı başaramıyorlarsa, en iyisi; medeni bir şekilde anlaşmalı boşanma yoluna gitmelerini tavsiye ediyoruz. Bu da mümkün olmuyor ve birkaç yıl sürecek çekişmeli boşanma yoluna giriliyorsa, bari diyoruz, muhakeme sürecini psikolojik harp meydanına çevirmeyin.
Ne yazık ki oluyor. Ve çocuklar, iki taraf arasında bir nevi rehine durumuna düşürülüyorlar. Velayeti ganimet bilip alan taraf çocuğun hayatı üzerinde bütün tasarruf hakkına, üstelik tek başına sahip olduğu zehabına kapılabiliyor.
Çocukları, anne veya babasından bahane veya mazeret üreterek kaçıranlar olduğu gibi, soğutanlar da az değil. Eşiyle köprüleri yıkarken çocuklarının o köprülere ihtiyaç duyduğunu, dahası o köprülerden geçmeye hakkı olduğunu yok sayan nice anne babalar var.
Çocukların, boşanmış anne babalar arasında, akılları erene ve yetişkin olup yuvadan uçana kadar nasıl bir hayat yaşadıkları üzerine düşünmek gerek. “Bir nevi rehine” tabirini kullanmak fazla sert, dolayısıyla haksızlıkmış gibi gelebilir kimilerine. İçiniz rahat edecekse, “tutsak” veya “tutuklu” diyelim.
Bir alet, çalışmaz veya beklenen ölçüde iş yapmaz olduğunda, “tutukluk yaptı” deriz.
Hayat karşısında tutukluk yapan, özgüveni kayıplarda, kendini yetersiz, beceriksiz hisseden, adeta kolu kanadı kırık çocuklara rastlamışsınızdır. Bu çocukların, “düzeyi” değişmekle birlikte, kırılganlıkla malul bir yol tutturmaları ve “öğrenilmiş çaresizlik” içinde ömür tüketmeleri az rastlanan bir durum mudur? Bence değil.
Peki, buna sebep olan nedir? Yıkılmış bir ailede parçalara ayrılmak mı? Bence değil.
Evet, bir “genelleme” yaparak diyebiliriz ki boşanan çiftlerin çocukları bir, belki iki sıfır geride başlıyorlar. Ne var ki çocukluğunu bir nevi tutsaklık içinde geçiren insanlar, dışardan bakıldığında boşanmamış anne babaların tesis ettiği sıradan ailelerin çatısı altında bulunuyor.
Kolu kanadı kırılmamış, Sevginin yanı sıra Saygı da görmüş, kendi olarak özgürce serpilip gelişebilmiş çocuklar, çocukluklarını hakkıyla yaşamış şanslı bir azınlığı oluşturuyorlar bana kalırsa.
Çocuklarına böylesi bir hakkı tanıyabilecek anne baba olmak kendini çocuğuna adamakla değil “adamakıllı” yetiştirmekle mümkün. Bitmeyecek bir ilim, irfan, kültür, edebiyat, sanat yoluna revan olmakla mümkün.
Yoksa, insan en yakınlarından -canından ve kanından- başlayarak nasıl serbest bırakabilir ki rehineleri? En başta da kendini…
*Bu yazının görseli https://blog.goodchildhood.org.au adresinden alınmıştır.
Kaynak: Yeni Pencere