Bir ölümün ardından (1-II): Hızır’ı beklerken

Metin Karabaşoğlu'nun Serbestiyet'teki yazısı;

Bir ölümün ardından (1-II): Hızır’ı beklerken

Bir ölümün ardından (I)

Sızıntı dergisinin 1993 tarihli sayılarından birinde okuduğum bir yazı, benim için bir dönüm noktasıydı. Gülen’in de, müntesiplerinin de sıkça başvurduğu mecazlarla yüklü, yanılmıyorsam “bahar müjdeleri” temalı o yazıyı okuduğumda, açıkçası dehşete kapıldım. Çünkü bu yazı, örtük dilinin satır aralarında, amaçlar adına herşeyi yapabilir ve her ölçüyü çiğneyebilir bir teoloji inşa ediyordu. Bugünden bakılırsa, 15 Temmuz dahil, sonrasında olabilecek herşeyin habercisiydi. Kaç kişi bu yazıdaki kodları çözebildi bilmiyorum, ama ben anlayacağımı anlamıştım ve sessiz kalamazdım.

Metin Karabaşoğlu

Metin Karabaşoğlu

Haftanın ilk günü, Pazartesi sabahı telefonuma gelen bir bildirimin sesiyle uykudan gözümü açtığımda karşıma çıkan, bir ölüm haberiydi. Mesajı yazan arkadaşım, Fetullah Gülen’in öldüğü haberini iletiyordu.

Daha önce böylesi söylentiler defalarca ortalıkta dolaştığı için internet üzerinden hızlıca tarama da yapıp bizzat yakın çevresince doğrulandığını gördüğümden, bu dünyada her nefsin muhakkak tadacağı ölümü F. Gülen’in de tattığından artık emindim.

Haberin doğruluğu netleşince bende oluşan, garip şekilde, ağır bir yükün üstümüzden kalktığı hissi idi. Sadece kendimle ilgili de değil, bütün bir memleketin üstünden bir yük çekilip alınmış gibi hissediyordum.

Hayatımın hiçbir diliminde, merkezinde ve tepesinde Fetullah Gülen’in olduğu yapıyla herhangi bir aidiyet bağı yaşamadığım halde, işte böyle hissetmiştim. Çünkü onbeş yaşımdan beri ne yapsam, neyi konuşsam, nereye yönelsem, bu isim bir gölge, bir heyülâ gibi hep karşıma çıkmıştı. Bir şey söylersin, “Ama Fetullah Gülen…” Bir şey yaparsın, “Ama F. Gülen…” Bir şeyin yapılmaması gerektiğini düşünürsün, “Ama F. Gülen…” Dinin ve hayatın herkesi kuşatan ve her renge yer olan geniş dairesinde ne der, ne yapıp ederseniz muhakkak o geniş daireyi daraltan, o renkliliği tek renge indirgeyen deyim yerindeyse işgalci ve tekelci bir zihniyetin koçbaşı gibi hep karşınıza çıkıveren bir isim artık yeni bir şey yapamayacak, söylediği yeni bir şeyle karşınızda beliremeyecekti. Buydu muhtemelen ölümünün haberi karşısında bendeki o ruh halini uyandıran…

Ege’nin kendi halinde bir ilçesinde içinde her türden ve görüşten insanın olduğu bir akraba ve mahalle ortamında doğup büyüyen biri olarak onbeş yaşına geldiğimde bir yol ayrımı veya arayışının eşiğinde olduğumu görüp bir tercihe kendimi mecbur bildiğimde, çevremdeki insanlar arasında yaptığım bir mukayeseyle ilerlemiştim. Hepsi aynı toprağın mahsulü insanlar arasında kişiliğini ve karakterini en yüksek noktada gördüğüm kişi ile okuyup beslendiğini bildiğim kaynak arasında bir ilişki olduğu düşüncesi, nazarımı onun okumakta olduğu Risale-i Nur’a ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî’ye yönlendirmişti. Ve Risale-i Nur camiasıyla temasımın daha başlarında, Fetullah Gülen isminden bir şekilde haberdar olmuştum.

Olumlu anlamda bir haberdarlık değildi bu. Çünkü Küçük Dünyam’da kendisinin de anlattığı üzere bir dönem Tire’de kalma durumu olmuş, ama bu gelişi uzun süreli kalışa dönüşememişti. Çünkü doğup büyüdüğüm ilçedeki Risale-i Nur talebelerinde, bu gelişte görünen niyetin ardında bir başka niyetin de olduğu zannı oluşmuştu. 12 Mart askerî müdahalesi şartlarında İzmir’de sıkıyönetim savcısı Nurettin Soyer’in hazırladığı iddianamede ‘Nur talebesi olmakla suçlanan’ isimlerden biri henüz yirmili yaşlarının başında gencecik bir Tireli idi ve mahkemede o genç haliyle ‘Nur talebesi olmakla suçlanmayı’ kendisi için bir iftihar olarak kabul etmişti. Buna karşılık, gezici vaiz olarak başta İzmir ve Manisa’da ateşli vaazlarıyla insanları coşturan Fetullah Gülen, “Ben bir vaiz olarak her türlü kitabı okurum, Said Nursî’nin kitaplarını da okumuşluğum vardır” diyerek kendini beraber yargılandığı Nur talebelerinden ayrıştırıp kurtarmaya çalışma taktiğini seçmişti. Başka her yerdekiler kadar, Tire’deki Nur talebelerinin de hazmedemediği birşeydi bu. Sonrasında, Risale-i Nur camiasının mensupları kendisine “Ya Risale-i Nur mesleğinin ilkelerine göre hareket et yahut yollarımızın ayrı olduğunu biz herkese ilan edeceğiz” demişlerdi. 70’lerde olup biten bu olayların sıcaklığı henüz geçmediği içindir ki, daha onbeş yaşında bir gençken 1979’da Risale-i Nur okumaya başladığımda, ‘geçmişinde Risale-i Nur camiasıyla ilişkisi olmakla birlikte zaman içinde şahsı merkezli bir hareket oluşturan ve Risale-i Nur mesleğinin birçok ilkesine aykırı hareket eden bir hoca’ olarak F. Gülen’in ismini defalarca işitmiştim. İzmir’de bilhassa Hisar Camiinde sahabiler asrına atıflar yüklü vaazlarıyla büyük kalabalıklar topladığı; ama bu anlatımlarında bir ölçü ve denge problemi olduğu söyleniyordu dahil olduğum Risale-i Nur çevrelerinde.

Bu esnada, hayatımda ilk kez, Fetullah Gülen’in talebesi olduğu söylenen birini ninesini ziyarete geldiği bir gün mahallemizin tarihî camiinde tanımıştım. Zayıf bir beden, ince bir bıyık, başında takke, hafif eğik omuz ve pantolon içine alınmamış gömleğiyle, bana bir zamâne dervişi gibi gözükmüştü. Samimi, ama hayatın ortasında değil, kenarında yaşayan bir insan… Bir mühendislik fakültesinde okuyor olduğunu öğrendiğim o kişinin bende uyandırdığı izlenim oydu. Benim olmak isteyeceğim kişiye benzemiyordu.

Fetullah Gülen’in düşünce ve hareket biçimine daha yakından aşina olmam, dahası çok kısa süre içinde Fetullahçılığın yaşadığı dönüşümlere tanıklık etmem, 1981’de üniversite eğitimi için İstanbul’a geldiğimde gerçekleşti. Fakültede ilk gün tanıştığım isimlerden biri, benim Risale-i Nur okuyan biri olduğunu öğrendikten sonra açıkladığı üzere, Fetullahçıydı. Risale-i Nur camiası içindekiler, öğrencilerin kaldığı evlere ‘dersane’ diyorlardı. O ise Süleymaniye tarafındaki bir ‘ev’de kaldığını söylemişti. Çok halim selim biriydi, iyi niyetliydi, etliye sütlüye karışmaktan hep çekinirdi ve bu arada bizimle birlikte yemekhaneye hiç ama hiç gelmezdi. Anfide aynı sırada oturduğumuz diğer arkadaşların da garibine giden bu durumun sebebini, bir zaman sonra bana açıkladı. ‘Ev’deki ‘abi’leri, üniversitenin yemekhanesinde hangi yağın ve etin kullanıldığından emin olunmadığı için okul yemeğini yemenin ‘caiz’ olmadığını söylemişlerdi. (İlerleyen zaman içinde farklı tecrübelerle “Caiz mi?” soru ve sorgulamasının bir bakıma Fetullahçı tanıma anahtarı niteliğinde olduğunu ve, arkadaşımı tenzih ederek söyleyeyim, içlerinden bazılarının bunun üzerinden ‘herkesten ziyade takvâ’ gururu devşirdiğini anlayacaktım.)

Fakültedeki bu sınıf ve sıra arkadaşım, haliyle ve düşünüş biçimiyle Tire’de iken tanıdığım ilk Fetullahçıya benzer şekilde, yaşadığımız zaman ve zeminden soyutlanmış bir derviş gibiydi âdeta. Ancak, onun aktardığı düşünce ve söylemlerde dört sene içinde yaşanan değişim üzerinden, yaşadıkları dönüşümün belki en kritik zamanı olduğunu sonradan anladığımız o dönemde Fetullahçılığın gerçekleştirdiği makas değişimini birebir gözlemleme imkânı buldum. 12 Eylül ihtilali ardından gelen sıkıyönetim şartlarında, İzmir-İstanbul arasında yolcu taşıyan otobüsler birkaç kez asker kontrolünden geçerdi ve bunun için yol üstündeki bazı şehirlerin otogarlarına girmeleri mecburîydi. Böyle bir seyahatte Balıkesir otogarına sıkıyönetim tarafından asılmış “Aranıyor” ilanları arasında birçoğu silahlı eylemlerde bulunmuş ve belki adam öldürmüş farklı sağ ve sol örgüt üyeleri arasında Fetullah Gülen’in de ismini ve resmini gördüğümde şaşırmış ve Gülen’e özel bir sempatim olmadığı halde üzülmüştüm. Ama ‘arandığı’ aynı zaman zarfında bir kısım müntesiplerinin ona rahatlıkla ulaşabildiğini, hatta bir müddet İstanbul’un göbeğinde, Laleli’de olduğunu sıra arkadaşımızdan öğrendiğimde, içime bir şüphe düşmedi değil. İhtilalin o sert günlerinde biz üçüncü ordu komutanının oğlunun da aramızda bulunduğu bir sınıfta kendimizi riske atmak pahasına darbe karşıtı demokrat söylemleri yüksek sesle dile getirirken, Fetullahçı arkadaşımız bizim bu tutumumuzu yanlış buluyor ve ‘aslında demokrasinin İslâm’a uygun birşey olmadığını’ söylüyordu. Askerî rejimin üniversitelerde uyguladığı başörtüsü yasağıyla da pek sorunları yok gibiydi. Neticede ‘kızların bu şekilde okuyup topluma karışmaları pek de uygun olmadığından,’ kaderî açıdan bakıldığında, ‘birileri zulmetse de, olması gereken hayırlı şey oluyor’du.

Hocalarını dinleyen abilerinin sözünü iyi dinleyen arkadaşımızın demokrasinin faziletlerini keşfetmesi, 1983 seçimlerini Turgut Özal’ın kazanmasının akabinde oldu. Aynı süreçte, içe kapanık bir yapı diye gördüğüm bu topluluk hocalarının talimatıyla bulundukları şehrin mülkî erkânıyla ve zenginleriyle iyi ilişkiler geliştirip memleketin her yerinde yurtlar ve okullar açmaya başlamıştı. Aslında özgün birşey de değildi yaptıkları; Süleymancıların evvelden beri yaptıklarının yeni bir formatta tekrarıydı. Bir yandan da özellikle fakir ailelerin zeki çocuklarına ‘kolejde ücretsiz yatılı’ vaadiyle ulaşıyorlardı. Tire’de tanıdığım çevreden, bu şekilde Yamanlar Kolejine gidenler olmuştu. Biz ise artık okulun son senesine girmek üzereydik ve herkes sonrasında ne yapacağı üzerine kafa yormaya ve birbiriyle konuşmaya başlamıştı. O şartlarda beni şaşırtan iki tablodan biri ‘İslamcı’lara, diğeri Fetullahçılara ilişkindi. Sınıftaki, 1979’daki İran Devriminin gölgesinde ‘tağutî rejim’ gibi ifadeleri ağzından düşürmeyip ‘devrimci şiddet’i onaylayan ve buna muhalefeti sebebiyle benim gibi Nur talebelerine ‘teslimiyetçi ezik’ muamelesi yapan ‘İslamcı’ arkadaşlarımızı şimdi tağut dedikleri o rejimin hangi bakanlığında hangi görevin daha uygun olduğunu araştırırken görmek… Onların gözünde bir ‘teslimiyetçi ezik’ olarak ben inanmadığım şeyleri söylemeye ve doğruluğuna inanmadığım işleri ‘mevzuat bu’ diye yapmaya mecbur kalmamak adına resmî bir göreve başvurmamaya üstadımdan aldığım dersle karar vermişken, onların bu hali yaman bir çelişkiydi elbet. Öte taraftan, o halim selim Fetullahçı arkadaşımız artık “Emniyet çok önemli” demeye başlamıştı ve kendisi yanında başka mütedeyyin arkadaşları da Emniyet’te görev almaya ikna etmeye çabalıyordu. Kişisel açıdan baktığımda cevabını bulamadığım bir soruydu aklıma düşen: Bu kadar halim selim bir çocuk Emniyet’te bir göreve niye talip oluyor ki? Ama o söylediği (daha doğrusu, kendisine söylenen) şeyi yaptı. Mezuniyetten kısa bir zaman sonra yolumun Ankara’ya düştüğü bir gün Emniyet Genel Müdürlüğünde onu ve başka bazı sınıf arkadaşlarımı gördüm, bir daha da görüşmek nasip olmadı. Başka sınıf arkadaşlarından, nadir buluşmalarımızda ona dair haberler alıyordum ama. Bir süre sonra resmî görevlendirme ile lisans üstü çalışmalar için İngiltere’ye gitmiş, dönüşte Polis Akademisinde göreve başlamış ve orada profesörlüğe kadar yükselmişti. 2015 sonrasında başına gelenleri tahmin etmek de zor değil. (Şimdiden geriye baktığımda, bu kişisel hikâyenin koca bir cemaatin serencamıyla nasıl birebir örtüştüğünü hayretle farkediyorum.)

Hayatımda ilk ve tek kez Fetullah Gülen’in bir kasetini baştan sona dinlediğim gün de fakülte yıllarına denk geliyor. Yanılmıyorsam ya ilk veya ikinci seneydi; aynı dersanede kaldığımız, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde okuyan bir arkadaşımız, sınıfındaki birkaç arkadaşının okulun içindeki tarihî camilerden birinin müştemilatında aynı meşrepten olan cami imamıyla birlikte kaldıklarını ve bizi de bir gün oraya davet ettiklerini söylemişti. Davete icabet edelim deyip gittik. Camide yatsı namazını kıldıktan sonra müştemilata geçtik. Sohbetten sonra “birşeyler okuyalım” denildiğinde, farklı iki gruptan mü’minlerin biraraya geldiği böyle bir vasatta Bediüzzaman’ın Uhuvvet Risalesi’nden bir bahis okumanın yerinde olacağını düşündüm ve eline kitap tutuşturulan kişi olarak öyle de yaptım. Ardından, caminin imamı odanın ortasına bir teyp getirip koydu ve “Üstaddan dersimizi dinledik, şimdi de hocamızı dinleyelim” diyerek bir emrivakiyle teybin düğmesine bastı. Vaaz Resûlullah’ın yaşadığı zaman anlatısıyla başlıyordu. O zamanda sahabiler, sonrasında sahabiler… O zamanda Ebu Zer, sonrasında Ebu Zer… Peygamber Efendimizin vefatından sonra zaman içinde zenginleşme ve dünyevileşme ile nasıl yoldan çıkıldığı ve Ebu Zer’in bu rüzgâra nasıl karşı çıktığı anlatımıyla ilerleyen vaaz, sonra bir nevi zaman tünelinden geçip yirminci yüzyıla, Risale-i Nur talebelerinin zaman içinde yaşadığı dönüşüme gelip dayanmıştı. Bediüzzaman’ın hayatı ortadaydı; ama ondan sonra talebeleri ‘tahtadan hasıra, hasırdan kilime, kilimden koltuklara’ geçiş yapmışlardı ve işte bu durum karşısında artık Fetullah Gülen dayanamamış, ‘Ebu Zer gibi’ resti çekmiş ve aralarından ayrılmıştı…

Bu anlatı, teyp dinletisi öncesindeki ‘uhuvvet’ dersiyle uyumsuzluğu bir yana, benim onbeş yaşında Tire’de işittiğim ve sonra başka ağızlardan tekraren duyduğum ‘yolların ayrılışı’ hikâyesiyle de uyumlu değildi. Asıl büyük uyumsuzluk ise, yola sözümona ‘Ebu Zer gibi’ başlayanların çok vakit geçmeden ‘hizmetin itibarı’ adına lükste el yükseltmeye başlamalarıydı. Kendilerine kıyasla çok daha geniş ve kalabalık olan Nur camiasını o tarihlerde ‘Cerideci’ diye eleştirenler, şimdi bir de Zaman adlı bir ‘ceride’ye sahip olmuşlardı. Aynı vakitler, kadim dergileri Sızıntı’da düne kadar ‘caiz değil’ diye insan resimlerinde baş ve gövde arasına çizik atma işlemine artık son verdikleri ve Zaman’a verilen tam sayfa reklamdan sonra Sana margarininin ‘caiz’ hale geldiği vakitlerdi de!

Bu arada, hiç de sütten çıkmış ak kaşık olmayan yurdum sekülerlerinin sözcüsü niteliğindeki bir kısım gazeteler, esasen liberal reformlarından hazzetmedikleri Turgut Özal’ı ‘dindarlık’ üzerinden yıpratma stratejisine başvurmuş ve âdeta talimat almışçasına hep beraber ‘orduya yol ayarlayan’ bir ‘irtica kampanyası’ başlatmışlardı. Ayrımsız her dinî tezahürü bir ‘tehdit’ olarak resmetme gayreti içindeydiler; öyle arsız bir kampanyaydı. Bu arada, olanca ‘tedbir, ihtiyat ve temkin’lerine rağmen Fetullahçılar da kampanyanın radarındaydılar. Meselâ Milliyet gazetesi, MEB onaylı dergileri Sızıntı’nın ‘irtica aygıtı’ olduğunu dergideki BSN rumuzlu alıntıların Bediüzzaman Said Nursî’ye aidiyeti üzerinden isbata çalışıyordu. Fetullahçılar buna ‘Bedrettin S. Nail’ yalanıyla mukabele ederlerken, Fetullah Gülen de 1971’de yaptığı şeyin benzerini bir kez daha yapıyor, avukatları aracılığıyla yayınlattığı tekziplerle ‘B. Said Nursî ve Nurculukla bir alâkasının olmadığı’nı duyuruyordu.

80’lerin ilk yıllarının ‘aranan ama bulunamayan’ kişisinin artık Süleymaniye Camii dahil memleketin her yerinde vaazlar verebildiği bu ikinci yarıda kolejler, yurtlar, vakıflar, dernekler, şirketler derken ‘cemaat’ hayatın olağan akışına denk düşmeyen bir hızla büyümeye başlamıştı.

Yeri gelmişken söyleyeyim. İrtica kampanyasının başladığı vakitte görüştüğümüz ve kendisinden çıkarmakta olduğumuz Köprü dergisi için bu kampanyaya cevaben uzunca bir yazı aldığımız bir yasaklı başbakan, bizi ‘cemaatlerin içindeki istihbarat sızması’ konusunda uyarmış ve şöyle demişti: “Çok ciddi bir sızma var. İlerleyen zamanda hangi cemaatin hızla büyüdüğünü görürseniz, bilin ki asıl sızma oradadır.” O tarihlerde iki cemaatin hızla büyümesine şahit olduk. Biri Fetullahçılardı.

Bildiğim bir alan değil; ne bu büyümeyi bir istihbarî müdahaleyle açıklayabilirim, ne de asla böyle olmadığını söyleyebilir durumdayım. Fakat görünür âlemde başımıza gelen şey, artık nerede hangi konuda ne söylerseniz söyleyin, “Ama Fetullah Gülen diyor ki,” “Ama onlar şöyle yapıyor” diye bir duvara hep maruz kalmamızdı. “Çocuğum hem dindar hem de dünyevî anlamda başarılı olsun; üstüne, bütün bunlar ben hiçbir emek sarfetmeden olsun” lüksüne talip ‘Anadolu irfanı’nın ise keyfi pek yerindeydi. Gözler bu yapının kısa zamanda gerçekleştirdiği maddî başarıyla büyülenmişken, yazık ki olup bitene, yapılıp edilene ‘ilkesel’ düzlemde getirdiğiniz eleştiriler ve bu işte yanlış giden birşeyler olduğuna dair ikazlarınız ‘haset’ başlıklı psikanalizlere konu oluyor, ardısıra ‘beceriksizliğinizi örtbas etme çabası’yla açıklanıyordu. Ülke içinde gerçekleştirdikleri ilerleme bir yana, Sovyetler yıkılırken yeni kurulan Türkî cumhuriyetler ile Afrika gibi farklı coğrafyalardaki faaliyetleri ile Fetullahçılık ise dünün ‘fetih rüyası’nı hâlâ görenleri daha da büyülemeye devam ediyordu. Herşey yolunda görünürken ‘ilke’ kimin umurundaydı ki ‘ilkesel’ eleştirilerin alıcısı olsun?

Ama kitlesel düzlemde pek karşılığı olmasa dahi, bu eleştirilerin yine de alıcısı vardı. En çok da, ağırlıklı olarak eğitimle ilgili bir bağlantı üzerinden kendisini bu yapının içinde bulmuş olup, bir yandan o ortamda daha müttaki bir hayat yaşamaya başladığı için onlara medyun-u şükran, ama öte yandan olanca zekâvetine karşılık bir boyunduruk altına alınıyor olduğunu hissettiği için rahatsız bir dizi genç, arsız ve zalim ‘irtica kampanyaları’na âlet olmama endişesiyle örtük şekilde dile getirdiğimiz ilkesel eleştirilerin satır aralarını doğru okuyabildiği için kendileriyle ciddi diyaloglarımız oldu. Onlardan, dışarıya ‘hoşgörü’ pazarlayan bir yapının içeride ne kadar mütehakkim, dışarıda ‘diyalog’dan söz edenlerin içeride ne kadar ‘monologcu’ olduğunun birinci elden şahitliklerini duyacaktım.

Ve bütün bunlar olup biterken, Sızıntı dergisinin 1993 tarihli sayılarından birinde okuduğum bir yazı, benim için bir dönüm noktasıydı. Gülen’in de, müntesiplerinin de sıkça başvurduğu mecazlarla yüklü, yanılmıyorsam “bahar müjdeleri” temalı o yazıyı okuduğumda, açıkçası dehşete kapıldım. Çünkü bu yazı, örtük dilinin satır aralarında, amaçlar adına herşeyi yapabilir ve her ölçüyü çiğneyebilir bir teoloji inşa ediyordu. Bugünden bakılırsa, 15 Temmuz dahil, sonrasında olabilecek herşeyin habercisiydi. Kaç kişi bu yazıdaki kodları çözebildi bilmiyorum, ama ben anlayacağımı anlamıştım ve sessiz kalamazdım.

(Devamı bir sonraki yazıda)

 

Bir ölümün ardından( II): Hızır’ı beklerken

“Vardır bir hikmeti” diye başlayıp, ardısıra ‘hikmetinden sual ettirmeyen’ yaklaşımla, dinin apaçık ölçülerine aykırı herşeye kılıf bulup güya meşruiyet üretmek mümkündü. Biri Hızır’ın mevkiine yerleştirildiğinde, bütün bu itirazları susturup bütün o ölçüleri bypass etmenin yolu sonsuza kadar açılıyordu. Satır aralarındaki kodlarıyla bu mesajı taşıyan o yazı, büyüme adına bu cemaatin yaptığı ve yapacağı her türden usulsüzlüğü, ilahi ölçüler dahil ilkelerin çiğnendiği her türden durumu haklılaştırmanın yolunu döşüyordu

Metin Karabaşoğlu

Metin Karabaşoğlu

Fetullahçılığın içine kapanıklıktan dışa açıklığa geçiş yaptığı, dönüştüğü ve hızla büyüdüğü 80’li yıllar, öte yandan, Risale-i Nur camiası içinde büyük bölünmelerin yaşandığı yıllardı. Koskoca bir yapının görünüşte anayasa oylamasında evet mi hayır mı denileceği üzerinden vuku bulan bir ayrışma ile 1982’de nasıl çat diye ortadan ikiye bölündüğüne gözlerimle şahit olmuştum. Henüz onsekizinde bir genç olarak ben de darbe anayasasına hayır diyenlerin tarafındaydım, ama iki ayrılan yapının bu tarafında bir de 1988’de başlayıp 1990’da neticelenen bir diğer bölünme süreci vuku bulacaktı.

Nur talebelerinin büyük çoğunluğu böylesi hadiseleri ‘dış unsurlar,’ özellikle ‘istihbarat parmağı’ üzerinden açıklamaya meyillidirler. Olup bitende bu unsurların ve parmakların rolü var mı gibi bir soruya evet de, hayır da diyemem. Ama içinde siyaset bilimi, sosyoloji, sosyal psikoloji gibi birçok dersin de olduğu bir eğitim aldığım için, şahsen ‘iç unsurlar’ ve ‘içerideki problem ve zaaflar’ üzerine kafa yormaya daha meyilli idim ve olup bitene dair analizlerim, zaman içinde Bediüzzaman’dan miras kalan esnek, gevşek, geçişli toplumsallığın yerini alan daha katı, hiyerarşik ve çok sesliliği tehdit olarak algılayan bir cemaatleşmenin bu bölünmelerde etkili olduğunu düşündürüyordu. Neticede, 1989 yılı sonunda, kendimi mensubu hissettiğim Risale-i Nur topluluğu içinde iktidar mücadelesi veren iki grupla da arama bir mesafe koydum o tarihten sonra kendimi Risale-i Nur camiası içinde ama bu camia dahilindeki hiçbir gruba aidiyeti olmayan bir fert olarak konumlandırdığım yeni bir yolculuğa adımımı attım. Bu tercihime cevaben “Sürüden ayrılanı kurt kapar” söylemini az duymadım değil; benim buna mukabelem ise “O, sürülerin sorunu!” demek oldu.

O şekilde bir söyleme bu şekilde bir cevap vermeye herhalde hakkım vardı. Ama öte yandan “Ayrılıklar, ahlâkımızın sınanma anlarıdır” cümlesinin sahibi bir insan olarak, böylesi ayrışmalarda o yaşıma kadar gördüğüm ama doğru bulmadığım bir tutumdan uzak durmaya bilhassa çalıştım. Şiarım, “Ya o ya bu” uçlarında dolaşmak değil, “hem o hem bu” denklemiyle hareket etmekti. Kalemiyle yaşamak isteyen biri olarak kendi düşüncemi denetime maruz kalmadan dile getireceğim özgür bir iklime sahip olmak benim öncelikli derdim olacaktı. Ama bunu yaparken ‘teşeffi-i gayz’la hareket etmeyecek; yani, eleştiri hakkını saklı tutmakla beraber, dün birlikte yol aldığım insanları bugün düşmanım olarak görme gibi bir tepkiselliğe savrulmadan yürüyecektim.

90’lı yılları bu şekilde daha ziyade yazı çalışmalarına odaklanmış halde yaşadım. Artık herhangi bir gruba aidiyetim olmamakla birlikte, yazdıklarım hemen her gruptan birçok insan için dikkate değer görüldüğünden bütün gruplardan birebir temas halinde olduğum pek çok dostum, arkadaşım oldu. Risale-i Nur camiası içindeki bir grubun gazetesinde ve bir başka grubun dergisinde aynı anda yazabiliyor; editör olarak Risale-i Nur camiası dışından bir yayınevinde görev yapıyor ve bağımsız bir mecrada kitaplarımı yayınlıyordum. Müzakereci bir dil ve yaklaşım, aradığım asıl zemindi. Kimliğini ve kişiliğini koruyarak temas kurabildiği her kesimle konuşabilmek gerektiğini düşünüyordum. Çok şükür, aradığımı bulmuştum da. Bilhassa kitaplarım vesilesiyle, ağırlığı yine Risale-i Nur’un farklı gruplarından oluşmak üzere, çok geniş bir çevrem vardı artık.

Aynı zaman dilimi, Fetullahçılığın sergilediği müthiş büyüme karşısında bütünüyle dinî grupların, bu arada Risale-i Nur gruplarının da büyük kısmının bu büyümeyi referans noktası olarak alıp kendilerini buna göre modelledikleri bir zamandı. Dolayısıyla, bu gruba daha eleştirel yaklaşan biri olarak yazdıklarıma, her gruptan katılan olduğu kadar yine her gruptan asla katılmayan ve sert bir üslupla itiraz eden insanlar da vardı. En ilginci, Fetullahçılar olarak tanımlanan yapı içinde olup kendi yaşadıkları dönüşümle ilgili soru işaretleri taşıyan bazı insanların dahi benim eleştirilerimde kendi içlerindeki düşünce veya hislerin bir ifadesini bulmalarıydı. Sahip olduğum duruşun o yapı içindeki bazı kişiler nezdinde de bir karşılığı vardı ve onlardan bir kısmıyla yakın bir dostluğumuz oluşmuştu.

İşte o şartların içerisinde Sızıntı dergisinde okuduğum o yazı beni dehşete düşürmüştü. Çünkü o yazı, amaca giden yolda herşeyi mübah görmenin taşlarını döşemekteydi. O denkleme oturttuktan sonra, herşeye kılıf bulurdunuz.

Bu yazının kodlarını anlamak için, önce Kur’ân’daki ilgili kıssayı hatırlamak gerekiyor. Kehf sûresinde, ‘iki denizin buluştuğu yer’de yanındaki genç ile Hz. Musa’nın kendisiyle buluşup bir yolculuğa çıktığı ve Hz. Musa’nın sahip olmadığı bir ilme sahip bir kişinin haberi verilir. Kur’ân’da bu zâtın ismi verilmez; ama bazı hadislerde bu kişi Hızır olarak tesmiye olunmaktadır ve rivayete göre ona ‘yeşil’ anlamına gelen bu ismin verilmesinin sebebi ayak bastığı her yerin yeşillenmesidir. Hızır ile Musa, buluştukları noktadan sonra, Hz. Musa’nın ‘ne görürse görsün itiraz edip soru sormaması şartıyla’ bir yolculuğa çıkarlar. Ama ardı ardına yaşanan üç olayda da Hz. Musa soru sorup itiraz etmekten geri duramaz. Böylece, Hızır’ın üç olayın her birinde neden öyle davrandığını izah etmesinin ardından yolları ayrılır. Ki bu üç olaydan birinde, Hızır henüz ergenlik çağına ermemiş, âyette kullanılan kelimenin izini sürersek muhtemelen sekiz-on yaşlarında bir erkek çocuğu öldürmüş; itiraz eden Hz. Musa’ya da anne-babası mü’min insanlar olan bu çocuk büyüdüğünde asi olup o iyi insanlara çok kötü şeyler yaşatacağı için böyle yaptığını söylemiştir. Diğer iki olayın da görünmeyen yüzü görünen yüzden çok farklı çıkmaktadır.

Hızır ile Musa kıssası üzerinden yapısını ören yazı, sonrasında Bediüzzaman’ın 1909-1910 aralığında Kürd aşiretleriyle yaptığı, ‘istibdat eleştirisi, meşrutiyet ve hürriyetin savunusu’ niteliğindeki münazaraların toplandığı Münazarat’ın bir yerinde söylediği bir söze geçiş yapıyordu. Münazaranın bir yerinde Bediüzzaman, saltanat ve istibdattan aklını kurtaramayan kimi muasırlarının sert itirazına karşı onlara sırtını dönüp üç asır sonrasındaki müstakbel muhataplara hitap ediyor ve bu arada şöyle diyordu: “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz.”

Yazının iki olay arasında kurduğu bağlantıdan çıkan sonuç şuydu: Risale-i Nur talebeleri ‘kışın adamı’nın izinden gidiyorlar, ama biz ‘bahar’ın temsilcisiyiz. Ki Hızır da, bastığı yerin yeşillenmesi sebebiyle ‘Hızır’ diye anılıyordu. İşte ‘baharın adamı’ Fetullah Gülen’in Hızırvari biçimde söyleyip yaptığı yahut yapılmasını emrettiği öyle şeyler olacak ki, Musa’lar ve kışın adamının zaviyesinden bakanlar anlamayıp itiraz etseler de onun yaptığının muhakkak bir hikmeti olacak!

Bu şekilde “Vardır bir hikmeti” diye başlayıp, ardısıra ‘hikmetinden sual ettirmeyen’ yaklaşımla, dinin apaçık ölçülerine aykırı herşeye kılıf bulup güya meşruiyet üretmek mümkündü. Maide sûresinin de teyid ettiği üzere, Benî İsrail’e “Öldürmeyeceksin” emrini “Haksız yere bir cana kıyan, bütün insanları öldürmüş gibidir” uyarısıyla getiren Hz. Musa’ya yakışan ise, olup biteni tebliğ ettiği ilahi ölçüye göre tartıp biçmekti elbet. Hızır’a itirazı da bu sebeptendi. Ama biri Hızır’ın mevkiine yerleştirildiğinde, bütün bu itirazları susturup bütün o ölçüleri bypass etmenin yolu sonsuza kadar açılıyordu. (Askerî okulda veya ordunun komuta kademesinde kamufle olmak için içki içiyor görünmekten yurt dışındaki ‘diyalog’ zeminlerinde kelime-i tevhidin ikinci cümlesini ihmal etmeye; soru çalmaktan darbe girişimine… sonrasında karşımıza çıkan herşeyin nasıl yapılabildiği, çözülen bu kodlarla sanırım daha iyi anlaşılıyor.)

Satır aralarındaki kodlarıyla bu mesajı taşıyan sözkonusu yazı, büyüme adına bu cemaatin yaptığı ve yapacağı her türden usulsüzlüğü, ilahi ölçüler dahil ilkelerin çiğnendiği her türden durumu haklılaştırmanın yolunu döşüyordu velhasıl. İlkesel açıdan yanlış şeyler de yapsalar, ‘çok başarılı’ydılar ama… Dolayısıyla, hem Türkiye içinde hem Orta Asya, Balkanlar ve Afrika’da ‘fetihten fetihe’ koşan; üstüne ‘diyalog’ ve ‘hoşgörü’ söylemleri üzerinden Türkiye içinde seküler çevrelere ve dünya genelinde Batılı mecralara açılan bu yapı, sergilediği başarıyla neredeyse bütün cemaatleri ve neredeyse bütünüyle Türkiye toplumunu büyülemiş haldeydi. 80’lerde yaşadığı iki büyük bölünmeyle ortak aklını ve enerjisini kaybeden ve her biri bir ‘abi’nin liderliğinde derebeyliklere dönüşüp gerileyen Risale-i Nur grupları açısından da büyüleyici birşeydi bu. Nitekim bazılarının bu başarı hikâyesini öykünüp kendi çapında bir benzerini yapmaya çalıştı. Birçoğunun başındaki kişiler bu olup bitene dair methiyeler söyleyip yazdılar. Dahası, bitmek bilmeyen ihtilaf ve bölünmeler yüzünden bu yapılar içinde şevkini kaybetmiş kimi insanlar oralardan dönüp bu yapıya katıldılar. Bu arada bu toplumun bütün taze yetenekleri kurduğu ‘eğitim merkezli’ ağ ile bu yapı tarafından keşfedilip formatlanıyor ve bir robota değilse bile bir ‘teknokrat’a dönüştürülüyordu; ama büyülenmiş gözlerin görebileceği şey değildi bu.

Günün sonunda, hem dinin içerdiği istikamet ve dengeye hem de özelde Risale-i Nur mesleğindeki ölçülere dokunacağı ilgili yazıdan anlaşılan bir sürece karşı, büyülenmiş gözlerin önündeki perdeyi aralama umuduyla 90’ların ortasında Yeni Asya gazetesinde birbirini takip eden üç yazı yazdım. İlki “Hızır’ı Beklerken” başlığını taşıyan bu yazılarda, tercih ettiğim genel tarza uygun şekilde, özel olarak kişi veya grup ismi vermedim. Söylemesi gereken sözü söylemekten sakınan biri değildim; ama polemik sevdiğim bir tarz değildi, hem de “Arif olana, işaret yeter” diye biliyordum. ‘Bir dergide’ okuduğum yazı üzerinden gidişatı isimsizce tahlil etmeme karşılık, neyi ve neleri, kimi ve kimleri kasdettiğimi yazıları okuyan hemen herkes anladı. Bu üç yazı, nihai noktada bize düşenin, karşımızdaki Hızır bile olsa onun peşine düşmek değil, Hz. Musa gibi olup biteni ilahi ölçülerin mihengine vurmak ve onun yanındaki genç Yuşa gibi Hızır’ların değil Musa’ların yolunda olmak olduğunu söylüyordu. Çok farklı mecralarda elden ele dolaştığını işittiğim bu yazılar en azından bazı gözleri açabildi ve aynı zamanda bana bazı düşmanlar da kazandırdı. Neticede, Cicero’nun dediği gibi, “Hata yaptıklarına üzülmezler de, eleştirilmek ağırlarına gider.” Bu sebepledir ki, “İltifat dost, eleştiri düşman kazandırır.” İltifat samimiyetsiz, eleştiri isabetli olsa bile, bu böyledir maalesef.

90’ların ortası sadece ‘Fetullahçı proje’nin yükseldiği zamanlar da değildi. İki kifayetsiz ve basiretsiz kayıkçının kavgasıyla Türkiye siyasetinin ana omurgasını oluşturan merkez sağın çöktüğü o zamanlar, dine asıl hizmetin ama devrimci ama evrimci bir yöntemle siyaset üzerinden olacağı iddiasındaki hareketlerin de yükselişte olduğu zamanlardı. Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’in dini de istimal ettiği istibdat siyasetinin sonuçları üzerinden çıkardığı ‘dini siyaset-i İslâmiye’ye dahi âlet etmeme ölçüsü sebebiyle, Nur talebeleri ‘siyasal İslâm’ diye ifade edilen oluşumlara eskiden beri açıkça mesafeli ve muhalif idiler. Ama onlar da yükselişteydi ve buna bir kez daha demokrasiyi çiğneyerek tepki veren müesses nizam ülkeyi 28 Şubat günlerine getirmişti. Benim 28 Şubat darbesine ilk tepkim, 28 Şubat’tan sonraki ilk yazımda ‘var olmak için kendisini darbeye mecbur bilen’ Kemalist ideoloji ve rejimin gücünü ve meşruiyetini tartışmaya açmaktı. Birçok dostun “Başına bela alıyorsun” uyarısına rağmen yazdım bunu. Gelin görün ki, geniş kesimelre açılım sürecindeki PR faaliyetleri esnasında manşetine ve birinci sayfasına doğrudan müdahale ettiğini E. Özkök gibi gazetecilere özellikle gösteren F. Gülen’in gazetesi Zaman ise, 28 Şubat’ın ertesi günü “Yeraltı madenlerimizi işletemiyoruz” kabilinden başka bir gezegende yaşıyormuş hissi veren bir manşetle çıkmıştı. Ama buna rağmen 28 Şubatçıların mütedeyyinlere yönelik genel hiddetinden kurtulamadılar. Çok geçmeden, F. Gülen’i burada hapse düşmemek için kendisine Amerika’da sığınak arar halde bulduk.

Onun ABD’ye gidişinden birkaç sene sonra, içinde bulundukları yapının geçirdiği dönüşümle ilgili soru ve kuşkuları olan o dönemlerin meşhur dersanesinden iki öğretmen, benimle konuşmak istediler ve sordular: “Sizce bizim cemaatin içine istihbarat sızmış mıdır?” Kendilerine şunu dedim: “İstihbarat örgütlerinin sızmadığı bir cemaatin olduğunu sanmıyorum. Ama siz kendiniz için bir sızma arıyorsanız, bunu Gülen’i Amerika’ya gitmeye ikna edenlerin içerisinde arayın. Bu noktadan sonra Gülen ABD’nin, buradaki cemaatiniz de güya onun adına hareket eden bir ekibin esiridir.”

Bu arada şunu da söylemem gerekiyor. Neredeyse herkesin övdüğü bir kişi ve yapı hakkında eleştirel bir tutumda ısrar ederken, insanın “Acaba ben mi bu konuda takıntılıyım?” diye sorgulama yaşadığı oluyor. Bunun sağlıklı bir durum olduğunu düşünürüm, çünkü haddi aşıp aşırılıklara düşme riski her insan için her zaman mevcut. Ama ne zaman böylesi sorgulamalar yapıp kendimi bir şekilde bu zâtı sevmeye zorlamaya çalışsam, kendisi bir sözü yahut icraati ile tutumumda bir yanlışlık olmadığını düşünmemi sağlamıştır.

Meselâ 28 Şubat’ın ayak seslerinin işitildiği aylarda Sabah gazetesinde Hulusi Turgut imzasıyla yayınlanan, ‘Bediüzzaman’ın arsasına F. Gülen’i mirasçı yapmaya matuf’ diye gördüğüm ve yanılmıyorsam birilerinin müdahalesiyle yarım kalan yazı dizisinin bir yerinde F. Gülen, her zaman yaptığı şeyi bir kere daha yapıp o vakitler yükselen milliyetçi dalgada sörfü tercih ederek, ‘Türk Müslümanlığı’ ve ‘Anadolu İslamı’ gibi söylemlerle kendisini geleceği anlaşılan kasırgadan masûn kılma uyanıklığına yönelmiş ve “Türkler İslâm’ı Araplardan öğrenmedi” gibi bir söz de etmişti. Neymiş, Türkler Araplara hiç muhtaç kalmadan bir hükümdarın gördüğü rüyayla İslâm’ı öğrenip Müslüman oluvermişler! “İslâm’a Karşı Türk-İslâm” başlıklı hacimli ve sert yazımı, o günlerde bu beyanata cevaben yazdım. Bir geceyarısı saat ikibuçuk gibi yazıyı bitirip uykuya dalmıştım ki, bir saat bile geçmeden hayatımda ilk defa Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı rüyamda görmüş halde uyandım. Garip bir rüyaydı, ama içinde Resûlullah olduğuna göre, sadık bir rüyaydı da. Rüyamda bir belediye otobüsünün içinde Galata köprüsünden Beşiktaş’a doğru yol alıyordum ki, yol üzerindeki sahile bakan camilerin hepsinde cemaatin apayrı yönleri kıble edinerek namaz kıldığını gördüm. Her camide cemaat avluya dahi sığmayacak kadar kalabalıktı; ama birinde Karaköy’e, birinde Beşiktaş’a, birinde Taksim’e dönülmüş şekilde namaz kılınmaktaydı. Hayretler içindeydim. “Birbirine bu kadar yakın bu camilerde insanlar nasıl kıblelerini bu derece şaşırırlar?” Rüyanın bir sonraki sekansında ise camiler boşalmış haldeydi ve ben boş camilerin kapısından içeriye bakıyordum. İki adım ileride Hz. Ali olduğunu öğrendiğim bir zât duruyor, Resûlullah ise çok daha ileride durup kıblenin doğru yerini tesbit ederek Hz. Ali’ye “Kıble bu şekilde düzeltilsin” diye talimat veriyordu. Her yeni talimatta Hz. Ali’nin bir kez daha omuzları inip kalkar şekilde hüngür hüngür ağladığını görüyordum. Kapının eşiğinde “Hz. Ali ümmetin kıbleyi bu kadar şaşırmışlığına mı ağlıyor, yoksa Resûlullah’ın mucizevî surette Kâbe’yi görüp kıbleyi doğrultmasına mı?” diye sormuştum ki, uyandım.

İnsanları rüyalarla korkutan ve aynı zamanda Resûlullah’ın adının geçtiği rüyalarla kendine bağlayan bir yapının başındaki kişiye cevap sadedinde bir yazı sebebiyledir ki, hayatımda ilk kez rüyamda Resûlullah’ı görmüştüm. Hem de, milliyetçiliklerin ve cemaatçiliklerin nasıl kıbleyi şaşırma sonucuna yol açtığını gösteren bir rüyaydı bu…

Doğrusu, bu rüyaya çok sevinmiştim. Çünkü ondan, bu şekilde yoluma devam etmem gerektiği mesajını devşirmiştim.

Geri dönüp baktığımda, 90’larda gerçekleşen, ama aradan geçen onca zamana rağmen hâlâ daha birçok insanın önüne çelişki ve samimiyetsizlik göstergesi olarak o güne ait kendi fotoğraflarının konulduğu bir olaydan nasıl uzak kaldığıma da şaşırıyorum. Bu yapının büyüdüğü ve daha da büyük açılımlar için beş yıldızlı bir otelde ilk iftarını düzenlediği zamandı. Bu yapı bünyesindeki vakıftan, ‘gazeteci ve yazar’ olarak bana da bir davetiye gelmişti. Ki ilgili vakıfta, evvelden tanıdığım, bir kısmı sonradan bu yapıya ‘geçiş yapmış’ insanlar da vardı. Bir iftar davetine hayır demeyi nezaketli bulmuyordum. Ama iftarın beş yıldızlı bir otelde olmasına sıcak bakmadığım gibi, PR hamlesine dönüşeceği aşikâr bir teşebbüsün figüranı olmak da istemiyordum. Oturdum; henüz akıllı telefonların olmadığı o şartlarda kalemi kağıdı alıp, nazik davetlerine teşekkür ile birlikte, beş yıldızlı lüks bir otelde böyle bir iftar etkinliğinin Ramazan’la murad olunan şeye muvafık olmadığını düşündüğümü ve bir dünyevileşme endişesi de taşıdığımı belirterek davete icabet edemeyeceğimi yazdım ve kendilerine faksladım.

Hesapsız olmakta, basireti açık tutan bir taraf var. Bu sebeple hesapsızlık, bu dünyada bir insanın sahip olabileceği en büyük nimetlerden biri gibi geliyor bana. Sanırım Fetullah Gülen bu nimeti hayatı boyunca hiç tadamadı…

(Devamı gelecek)