Nice zaman sonra yavru kurt bekçi köpeğinin mükellef sofrasından birkaç lokma alıp nefsini köreltince yapılan teklife “Evet” demiş. Köpeğin konforlu hayatı aklını başından almamış ama kursağına giren birkaç lokma bütün direncini kırmış.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda karakış ile kızılca kıyamet dereleri, dağları, yamaçları ormanın derinliklerini rehin almış. Karadağ Ormanı’ndaki iki kurdun evinde dışarıdaki kış kıyamete inat bir nisan havası, kışı bahara, ormanı gülistana çevirecek bir müjde beklentisi ile çoğalan bir sevinç varmış. Bu evde esen mutluluk rüzgârı şen olası iki kurdun ışıyan gözlerini günden güne aydınlatır dururmuş. Arada gelen uçurumdan yuvarlanmak, çığ altında kalmak, kapana tutulmak, gaddar avcıya av olmak gibi kara haberler dahi bu mutlu ailenin istifini bozmaz, keyiflerine keder düşürmezmiş. Endişe, kaygı ve korkunun kapıyı çalmasına fırsat vermeden, ormandan gelen acı haberleri bile mizahla ironiyle karşılar, sabah akşam gamsızlığa yaslanır gülüp eğlenirlermiş. Kazara kapılarını çalan bir komşuları çetin tabiat şartlarını hatırlatacak olsa öteki ağılda doğacak oğlak için yabanda bitecek otları hatırlatır, saldım çayıra mevlam kayıra diye üzüntünün önüne duvar örermiş.
Peki, neymiş bu görülmemiş mutluluğun kaynağı?
Meğer yakında bu mesut aileye yeni bir nefer katılacakmış. Karı koca kurdun neşesi ondanmış. Günler geceleri kovalamış, özlemle beklenen yavrucak gülümseyerek Karadağ Ormanı’nı selamlamış. Anne babanın sevincine diyecek yokmuş. Kurtluğun onuru seciyelerini miras alacak bir evlatla yücelirmiş. Anne baba sarmış sarmalamış, öpmüş koklamış, gelecek düşleriyle heyecanlarına heyecan katmışlar. Günlerce yavrularının asil soyuna layık bir isim aramışlar ama efsanevi köklerine yaraşır, aşınmamış, biricik bir isim bulamamışlar. Bütün kudretli isimleri sıfatları eledikten sonra kurdun oğlu kızı kurt olur diye “Kurt” olsun demişler ve öyle olmuş. Masallar anlatmış, destanlar, hikayeler, şiirler okumuş, onu sağlam bir temel eğitimden geçirmiş, “av”, “av mevsimi”, “av bölgeleri” ve “av partileri” gibi kurtluk dersleriyle hayata, ormanların gümbürtüsüne ve çetin tabiat şartlarına hazırlamışlar.
Yavru kurt hem üzerine titreyen anne babası hem himaye gördüğü akrabalarınca gösterilen yoğun ilgi sayesinde kuvvet ve özgüveninin gün gün arttığını, cinsini yeni zaferlere taşıyacak bilgilerle donandığını hisseder, hünerleriyle yeni efsanelerin kahramanı olacağını hayal edermiş. Büyükler ondan söz ettikçe, yelelerini okşadıkça her seferinde yavru kurdun ruhunda yeni gedikler açılırmış. Anne baba kurda göre her şey yolundaymış, gelişimi tamamlanan yavruları tam arzuladıkları gibi yırtıcı yaman bir kurt olacakmış ama anlattıkları macera dolu hikayelerin onun ruhunu kendilerinden uzaklara sevk ettiğini hissetmezlermiş. Yavru kurdun anne babasından hatta kendinden bile gizlediği düğümler yüreğine damlamış durmuş, ta ki beklediği gün gelinceye kadar.
Aklı erdikçe, düş kurdukça, kan deveranı arttıkça canı sıkılır olmuş. Öyle ki onca kurtluk telkinine rağmen diğer varlıkların hikayelerine de aşinalık kazandıkça can sıkıcı sorularını çoğaltmış ve ben niye kurt oldum diye düşünmeye başlamış. Önce ebeveyninin şefkati sonra avlanma pratikleri öğrendiği kurtların koruyucu kanatları meğer onu yoruyor, daraltıyormuş. Önceleri kabile büyüklerinin düşlerini süsleyen kahramanlık öykülerinden bile sıkılmaya başlamış. İbret alsın, coşsun, cesaretlensin diye anlatılan öyküleri sıkıcı buluyor, artık dinlemiyormuş. Büyüdükçe, geliştikçe, boyun kalınlığını, baldırlarını, dizlerini, kaslarını, pazularını yokluyor, direncini test ediyormuş. Annesi, olan biteni seziyor, yavrusunun baş edilmez bir iç sıkıntısı yaşadığını görüyor ama ses etmiyormuş. Babası da evladının ruhundan kopan fırtınalarla üşüyor ama ya görmezlikten geliyor ya büyüyünce geçer diye geçiştiriyormuş.
Kurdun içine kurt düşmüş, onu kemirmiş durmuş.
Bir gün kapı eşiğinde ormanın derinliklerinden gelen fısıltıları, baş döndüren büyüyü, baygınlık veren kokuları dinlerken ormanın sakladığı sürprizleri, lezzetleri, kokuları, orada kendi başına olmanın keyfini, atadan dededen miras aldığı değil de kendi kuracağı hayatı düşlerken bütün bu havalarda olduğu gibi babasının dilinin ucu ile endişeli bakışlarını ondan habersiz onun dilinin ucundan alarak “Sis tam kıvamında” demiş. Sisin kıvamında olması bir kurt için azma zamanıdır. Kurtlar dumanlı havalarda azarlar. Bu yüzden bu havaları severler. Olacak olana mani olamaz kimse. Yavrusunun aklından geçen karanlık duyguları hisseden annenin yüreğine düşen ateş de, dilinin ucundaki cümlesi alınan baba da mani olamamış.
Eşsiz maceralar, serüvenler düşlemiş, atalarının kahramanlıklarının yanına konacak avlar hayal etmiş. Derken en yaşlı kurdun avazı ormanı sarınca dünyanın kurdu üç beş dakika içinde içtima alanında toplanmış. Az sonra yavru kurt dahi büyük bir heyecanla sürüye dâhil olmuş. Ne var ki henüz alana varmadan içini kemiren o düğüm alana vardığında kördüğüm olmuş. Atılan nutukları, gösterilen hedefleri dinlemiş ama “Av partisi” fikri çok onur kırıcı gelmiş ve daha ilk adımında yavru kurdun zaten sıkkın olan canını daha fazla sıkmış. İlk adımını nasıl atarsan hep öyle gidersin diyormuş içindeki ses. Sürü sefer hareket noktasından -ki bu nokta beş bin yıllık bir noktadır ve kurt mitolojisinin simgelerindendir- uzaklaşarak davetkâr ormana dalınca yavrukurdun kursağındaki kendi destanını yazma ateşi daha bir harlanmış. Başlangıçta kabilesinin en ileri gelenleriyle en önde yürürken yavaş adımlarla kendini en geriye çekmiş. Sürünün ardı sıra az uz gitmiş ama yolla birlikte ileride yüreği çatallanmış. İşte orada kararını vermiş. Buradan gidiyorum.
Anne babasının da içinde olduğu sürüden ayrılırken hâliyle üzülmüş, içlenmiş ama duygusallıkla kurtluk bir arada olmaz diyerek çekmiş ayırmış kendini. Ayrılık ateşiyle iki damla yaş süzülmüş gözlerinin pınarına ama geri adım atmamış. Bugün iz sürersem hayat boyu iz sürerim demiş ve kendi kendine telkinde bulunarak “Bir tazı değil bir kurt olmak istiyorum” demiş. Eyleminin doğruluğuna kendini inandırmak için kendine büyük bir yalan söylemiş. Demiş ki, “Benliğimi çeken ormana yüreğimi bırakırsam ilk denememde eşsiz bir efsane yaratabilirim”. Ters istikamete giden sürü sisler ormanında Karadağ’ı aşıp kaybolunca yavru kurt dönüşsüz bir yola girdiğini anlamış. Bilinmezliğe yol aldıkça kaburga kemiğine batan acı yüreğine kezzap gibi damlamış ama “Kendime kendimi ispat edemezsem, kendimi salarsam kurtluk yapamam” diye ısrarla küçük duygusallıklarının üstüne gitmiş. Kendini teslim almak üzere olan korkularını pençeleriyle zapt etmiş, ezmiş.
Gümrah orman çektikçe o da gitmiş.
Ağaçlara rızıkları ayağına geldiği için, kuşlara özgürce uçabildikleri için imrenmiş. Bağımsız olmanın gururuyla yürüdükçe onur duymuş ama açlık da dizlerinin bağını çözmeye başlamış yavaştan. Gün, geceye evrilinceye kadar gitmiş, arada duygusal tonlarda ulumuş ama sesine ses veren olmamış. Yol bilgisinden yoksun olana orman, olduğundan da tehlikelidir. Karanlık iyice çökünce yavru kurt ulu bir ağaca sığınmış, sabaha kadar pişmanlıklarıyla hayalleriyle pençeleşmiş ama gün ışıdığında çok az bir uykuyla yine bedenini ruhunu ormana salmış. Dönmek istese de dönecek hiçbir yön ve yol bilgisi kalmamış. Dağlarda çaresiz dolaşıyor, dereleri aşıyor, arada dinleniyor, bilmediği yola devam ediyormuş. İkinci geceyi de yaslandığı köknar ağacının köküyle konuşarak, ürpererek geçirince “Sürüden ayrılmayacaktım” demiş ama bu fikri hemen kovmuş. Kursağına tek bir lokma girmeden, kuş seslerine imrenerek ertesi sabah yine yola revan olmuş. Elinde bir güzergâhı olmadan ve menzilini bilmeden gittikçe gözlerindeki fer iyice azalmış, dizlerindeki derman tükenme sınırına gelmiş ama üçüncü günün sabahı bütün dallar ışıyınca binbir zorlukla kazıdığı yüreğinden yeni bir başlangıç için güç istemiş ve yine yollara düşmüş. Annesinin ninni diye kulağına okuduğu şiir aklına düşmüş. Bir anlam veremeden tekrarlamış.
Yollar ki gider tehi ebedi
Yollar hep birer hattı pürsükût oldu
Akşamın sine-i gubarında.
İç konuşmalarla kendini öyle yormuş ki normal şartlarda üç gün üç gece ona yetmesi gereken dermanı tükenmiş. “Gölgemden başka hiçbir şeyim yok” diye sayıklamış. “Onu da bıraksam mı” demiş: Naaşımı bile bulamazlar.
Tükeniyormuş. Akşam yine üzerine üzerine geliyormuş. Bir yerde tökezleyip düşmüş. Doğrulduğunda gölgesinin kaybolduğunu farketmiş. Bir süre öyle soluksuz kalakalmış. “Gölgesiz bir kurt tilkiden sefildir” dendiği aklına düşmüş. Gözlerini yummuş ve “Allah’ım yol ver” diye ricada bulunmuş. Rüyasında bade içen aşık gibi ta uzakta, soluk, ölgün bir ışık görmüş. Bir hayat emaresi mi, bir felaket işareti mi, bir yanılsama mı olduğunu bilemeden ona doğru gayri iradi sürüklenmiş. Kurt sürüye dalanda dizlerinin bağı çözülen kuzu nasıl kurda doğru giderse yavru kurt da güç aldığı o uzak ışığa doğru yürümüş.
Ölüm mü bu, ölümden önceki iyilik hali mi, bir tuzak mı, yavru kurtların katıldığı bir şölen mi, bir karabasan mı, yoksa cinlerin düğünü mü bu? Işık ta uzakta yanıp sönüyor, bir görünüp bir kayboluyor. Işığın mahiyetine dair evvelden bir bilgisi olmadığından o dahi kendinden sakındığı vehimlerine yeni bir kaynak olmuş ama ona doğru sürüklenmekten başka çare yok. Kaygı ve korku hem içini kemiriyor hem onu diri tutuyor. “Bir yönüm yoktu, kafamda karışık düşüncelerle olmadık şeyler düşünüyordum, hiç olmazsa bir yönüm oldu, kendi tayin ettiğim bir yön” demiş ışıktan yana bakarak. Yavru kurt binbir endişeyle, kaygıyla, umutla az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ve ışığın kaynağına varmış.
Işığın kaynağı bir çiftlikmiş.
Konak pek görkemliymiş. Her cephedeki birer pencerede birer lüküs yanıyormuş. Çitlerle çevrili bu çiftliğin çeperlerinde türlü atlar yayılırmış. Tel örgünün etrafında uzunca bir tur attıktan sonra bulduğu bir aralıktan usulca sokulmuş kurt. Konağın sol tarafında aklını başından alan kesif bir koku duymuş. Her vahşiyi dellendirecek bir kümesin kokusuymuş. “Hınca hınç dolu olmalı, av kültürüm çok iyi ama hem sadece teorik hem de kümes hayvanları konusunda pek az şey biliyorum” diye hayıflanmış. Kümesin kapısına usulca yaklaşmış ki horozlar, culuklar, tavuklar ayrı bölmelerde. Düşündüğünden modern bir kümes. Kapıyı bir darbeyle indirip sarı br horozla tam nefsini köreltecekmiş ki ateş gözlü azgın dişli bir canavarın yakıcı soluğunu ense kökünde hissetmiş. Yelesinden tutup ayaklarını yerden kesenin yüzünü tam olarak göremediğinden o canavarın bir kurt olduğunu zannetmiş. Canavar dediği çiftliğin bekçi köpeğiymiş meğer.
Kurtluğun şanını yaşamadan, hayatın hazzını tadamadan, dağların özgürlüğünü, ormanın derinliğini hissedemeden, değil bir efsane, orta boy bir hikâye bile yazamadan, daha yolun başındayken, soyuna asaletine yaraşır bir destana kahraman olamadan, avıyla arasında bir pençe mesafesi kalmışken, kalın ensesinde, daha ilk cümlesindeki öyküsünü bitirecek bir köpeğin pençesine düşmek, tam bir felaket. Köpek pençesindeki yavru kurdun yüzünü kendine çevirerek pis bir kahkaha atmış. Tepesinden küstahça bakarak, “Demek kurt olacaksın ha, seni tilki sandım” diye onu bir de öyle yaralamış. Bir kurdu kümes kapısında böyle suçüstü enselemekten pek keyif almış ki horlayıcı oyununu sürdürmüş. “Senin şimdi karnın da açtır, ne ikram edelim sana” demiş. Daha ileri giderek, “Korktun mu yoksa, korkacak bir şey yok” demiş. Beriki, “Yok, hayır” demiş ama dişleri kenetlenmiş. Dermanının sonundayken hayatın da sonuna gelmiş. Zayıf bir umutla, “Vakit kazanmaya çalışmanın bir yolunu bulur muyum” diye düşünmüş ama çaresiz boynunu bükmüş. Bekçi köpeğinin konuşmaya pek hevesli olduğunu hissedince “Onu konuştursam mı yoksa bir şey mi rica etsem” diye aklından geçirirken, “Çok yorgunum, izninizle, az dinlensem” demiş. Köpek onu öteye fırlatırken, “Dinlen bakalım çıfıt diye” daha da küstahlaşmış.
O, o küstahlıkla gerinirken yavru kurt korkuyla kendi için bir çıkış yolu düşünüyormuş ki konağın hizmetçisinin sağa sola bakmadan et kemik dolu bakır bir tepsiyi köşedeki kulübenin kapısına bıraktığını görmüş. Az önce ensesinde olan ölüm şimdi yanıbaşında olsa da o mis gibi taze et kokusu aklını başından almış yavru kurdun. Köpekse göz ucuyla sadece şöyle bir eti süzmüş. Hizmetçi kadın içeri geçince yavru kurt yutkuna yutkuna köpeği konuşturmak için, “O mükellef sofra kimin için” demiş. Köpek yarım ağız bir kahkaha üzerine, önce “Enselediğim misafirlerim için”, sonra da gururla, “Her günkü sofram” demiş. Kasıla kasıla bu çiftlikte nasıl imrenilesi bir hayat sürdüğünü, velinimeti efendisinin ne kadar keremkâr bir insan olduğunu, onun kapısında olmayı hiçbir mertebeye değişmeyeceğini ağzından bal damlaya damlaya anlatmış. “İşte böyle”, dedikten sonra sesini sanki başkasına da duyurmak ister gibi, “Şimdi beni iyi dinlemeni istiyor, sana bir teklifte bulunuyorum. Ekmek elden su gölden bu çiftlikte bana refakat eder, yanımda kalırsan sana da böyle birinci sınıf konforlu bir hayat sağlarım” demiş. Dağlarda tepelerde yolunu saşırmış “Meçhul avlar” peşinde bir ömür sürmenin “Akla ziyan” olduğunu, hem zaten neseben bir ve “Hemcins” olduklarını, “Hayat şartlarının onları ayırdığını”, sadece “Bazı alışkanlıklarla kurdun köpekten farklılaştığını” söylemiş. Yavru kurt hayretler içinde tepeleme et dolu tepsi ile kazınan midesi arasında, özgürlükle bekçilik arasında çetin bir iç savaş yaşarken ‘Ne hayatlar var, şu taksimi kurt yapmaz’ diye düşünüyormuş. Köpek, avlanan kurt yavrusuyla köpekçe eğlenirken öteki hayatının baharında sınandığı şu çetin dilemmayı çözmeye çalışıyormuş.
Geveze bekçi köpeğinin konuşma hevesini, görgüsüzce övünmesini kendisi için zaman kazanacak bir imkâna çevirmek umuduyla yavru kurt sözü az uzatıp biraz geri çekilmiş ve ona “Yanlış mı görüyorum, o boynundaki iz neyin nesidir” diye sormuş. Bekçi köpeği bu talihsiz soru karşısında gözlerini kaçırarak yutkunmuş ve “Önemsiz bişey demiş”. “Nasıl yani” deyince yavru kurt, köpek yüzünü düşürerek “Önemsiz bir şey, tasmanın izi o” demiş. “Tasma ne ki” demiş gözleri büyüyerek yavru kurt. Öteki hiç hazzetmemiş diyaloğun buraya kaymasından ama uzunca da izah etmiş çiftliğin ve kendinin güvenliğinde tasmanın işlevini. Tasmanın zannedildiği gibi özgürlük alanını kısıtlamadığını sadece vazife alanını belirlediğini söyledikten sonra onun onu ne kadarlık bir dairede tutmaya yaradığını, şu yüksek konforun tabii bir maliyeti olmasının hayatın normali olduğunu, özgürlüğün sınırsızlık demek olmadığını, bu kapıya kapaklandığında tasmayı, zinciri, yalı bir süre kendisinin de yadırgadığını ama zamanla başka hiçbir yerde hayal edemeyeceği imkânlara ve lezzetlere alıştığını uzun sıkıcı örneklerle anlatıp durmuş.
Yavru kurt aklını başından alan taze etin çıldırtan kokusuna rağmen açlığını unutmuş. Duyduklarına inanmakta güçlük çeken kurt, güya aldırışsız etrafı kolaçan ederek bir ışığa bakmış, bir çite, bir kapıya bakmış bir iç sesine. Semiz, gürbüz, gözleri çakmak çakmak şu bekçi köpeğinin hayat standartları ile kendi belirsiz dünyasını, hayattan neler umarak kurt sürüsü ile anne ve babasından ayrılış öyküsünü, kurtluğun kanunlarını, binbir meşakkatle bu çiftliğe varmak için çektiği eza cefayı, şurada şu azgın köpekçe yapılan teklifle beraber düşündükçe altüst olmuş. Bir havayı koklamış, bir sisin kıvamını kestirmeye çalışmış, derinliklerinden geldiği ormanın bilinmez yanları ile anne babasını hayal ederken tasmanın izi ile zincirin sınırlarını hesap etmiş, kitap etmiş. Etrafı kolaçan ederek sofrasının başına giden köpeğin buyur demeden kendinden geçmesine ve eti kemikten ayırırkenki delice hazzına tanıklık eden yavru kurt, sisin tam kıvamına erdiğine hükmetmiş ki kulağına fısıldanan sese uyarak “Ben tasmasız daha mutluyum” diye bir hamlede tel örgüyü aşacak olmuş ki kudurmuşcasına bağırarak yeri göğü birbirine katan köpek pençesiyle onu yere indirmiş. Yavru kurdun dizlerinin bağı çözülmüş. Besbelli ödü kopmuş.
Masaldan beklenen yavru kurdun tel örgüyü aşıp ormana özgürlüğe karışmasıydı ama öyle olmamış.
Nice zaman sonra yavru kurt bekçi köpeğinin mükellef sofrasından birkaç lokma alıp nefsini köreltince yapılan teklife “Evet” demiş. Köpeğin konforlu hayatı aklını başından almamış ama kursağına giren birkaç lokma bütün direncini kırmış. İçinden “Bir daha mı geleceksin dünyaya” demiş ve dilemmasına son vermiş. Bekçi köpeği de onun “Akıllıca” kararından büyük hoşnutluk duymuş.
Gel gözlerinden öpeyim” demiş ve öpmüş. “Zaten hemcinsiz, hatta sadece kurtlarla değil çakallarla ve tilkilerle de kan bağımız var ama hayatın yaptığı dağılıma göre rolümüzü oynamak zorundayız” demiş. Beraber yaşamaları hâlinde kimsenin kınamasına bakmadan mutlu mesut olacaklarını, her insana değil ama güçlü bir insana refakat etmenin esasen son derece güvenli olduğunu, köpeklerin saygınlığının insan türü nezdinde şimdi zaten zirvede olduğunu, bunun bir tesadüf olmadığını, eski önyargıların kırıldığını, artık milyonların köpeği insana tercih ettiğini anlatmış ve yanında kalmaya evet diyen yavru kurdun içindeki son şüphe kırıntılarını da izale etmiş.
Bekçi köpeği ile tuzağa düşen yavru kurdun bütün muhaveresini, diyalogunu, ikna sürecini pencerenin gerisinde izleyen konak sahibi Aslan Bey, alınan sonuçtan, köpeğin ikna çabasından ve aldığı sonuçtan fevkalade mutlu olmuş ki “Bravoo” diye pencereden alkışlamış. Hatta coşkuynan merdivenden inerek boynuna sarılan dev anası köpeğin yüzünü gözünü öpmüş. “Seninle gurur duyuyorum” demiş. Ürkek, tedirgin, aç, susuz etrafı tarayan yavru kurdun da başını okşamış ve “Çiftliğime hoş geldin, endişe etme, burada daima emniyette ve güvende olacaksın, hadi bişeyler ye” bakalım’ demiş.
Onlar ermiş muradına. Bu masal da her masal gibi bitmiş.