20’nci yüzyılın önemli Kürt aydınlarından Emin Ali Bedirxan Bey’in hukukçu ve dil bilimci oğlu Celadet Bey, 1933’te Mustafa Kemal’e hitaben bir mektup kaleme alır. Mektubunun ilk kısmında hukukçu ve siyasetçi şapkasıyla rejimin Kürt politikalarını mercek altına alır ve Kemalist rejimin Kürt karşıtı bir siyasetle alabileceği bir yolunun olmadığını söyler. İkinci kısmında ise bir dilbilimci olarak, Cumhuriyet rejiminin Kürtçeye karşı izlediği siyaseti, nazik bir dille ama çok sert bir şekilde tenkit eder.
Celadet Ali Bedirxan
Cizre beylerinden Bedirxan Bey’in oğullarından Emin Ali Bedirxan, 20’nci yüzyılın önemli Kürt aydınlarından biridir. Kürt Teali Cemiyeti’nin de önde gelen isimlerinden olan Emin Ali Bey, Cemiyet içinde Seyyid Abdülkadir’in lideri olduğu otonomi taraftarlarına karşı “Bağımsız Kürdistan” fikrini savunanların başını çeker.
Emin Ali Bey, bir millet kimliğinin oluşmasında eğitimin çok önemli bir faktör olduğunu düşündüğünden oğulları Süreyya, Celadet ve Kamuran’ın çok iyi bir eğitim görmesini sağlar. 1887’de İstanbul’da doğan Celadet, babasının bu arzusunu fazlasıyla yerine getirir; doktora yapan bir hukukçu ve Kürtçenin yanı sıra Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça ve Yunancaya hâkim bir dilbilimci olur.
Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen mütareke yıllarında, genelde Kürt aydınları arasında olduğu gibi, Bedirxan Ailesi’nin mensupları arasında da Kürtlerin geleceğine dair farklı görüşler ortaya çıkar. Emin Ali Bey ve üç oğlu (Süreyya, Celadet ve Kamuran) İstanbul ve Ankara Hükümetlerine karşı bir tavır alırken, Emin Ali Bey’in küçük oğlu Tevfik Ali Çınar ile aileden Vasıf Çınar ve Esat Çınar, Mustafa Kemal’in yanında saf tutarlar.
“Vasıf Çınar, Mustafa Kemal döneminde Millî Eğitim Bakanlığı yaptı. Musa Anter, aileye ‘Çınar’ soyadını Mustafa Kemal’in verdiğini söylüyor. Anter, Soyadı Kanunu çıktığında sofrasına çağırdığı Vasıf’a Mustafa Kemal’in ‘aileniz bir çınar ağacı kadar büyük ve kök salmış bir ailedir, bunun için soyadınız Çınar olsun’ dediğini naklediyor.” (s. 7)
“Gazi Paşa Hazretleri”
Lozan Antlaşması’ndan sonra idam cezasına çarptırılan Emin Ali Bey ve oğulları yurt dışına çıkmak zorunda kalırlar. Emin Ali Bey ve Süreyya Bey Mısır’a yerleşirler, Celadet ve Kamuran Beyler de Almanya’da hukuk doktorası yaparlar. Celadet Bey, 1930’da, o vakitler Fransa’nın mandası olan Suriye’nin başkenti Şam’a yerleşir. Siyasi faaliyetlerini yoğunlaştırır ve Hoybun (Xoybun) Cemiyeti’nin kuruluşunda önemli bir rol icra eder. Ağrı İsyanı’na destek olmak için; Mardin dolaylarında ikinci bir cephe açmak amacıyla gizlice Türkiye’ye gelir, ancak başarısız olunca Şam’a geri döner.
Celadet Bey, Şam’a döndükten sonra, 1951’de hayatını kaybedinceye kadar sürdürdüğü dil ve kültür çalışmalarının içine gömülür. Aslında onun dile olan sevdası gençlik yıllarında başlar. İstanbul’da iken Halil Hayali’nin (Xelîl Xeyalî) öncülüğünü yaptığı; Kürt dilinin Latin alfabesiyle yazılması çalışmalarına katılır. Suriye’de çıkardığı Hawar Dergisi ve Ronahî Gazetesi, Latin alfabesiyle yayınlanan ilk Kürt yayın organları olurlar.
1933’te Cumhuriyet’in 10’uncu kuruluş yıldönümü münasebetiyle genel bir af çıkarılınca Celadet Bey, Mustafa Kemal’e hitaben bir mektup kaleme alır. “Gazi Paşa Hazretleri” hitabıyla başlayan, açık bir mektup biçiminde ve Arap harfleriyle yazılan bu tarihi belgenin ilk baskısı Hawar Kütüphanesi’nin 6’ncı Kitabı olarak 1933’te Şam’da yapılır.
Mektubun Latin harfleriyle basılması 40 yılı bulur; Dr. Nuri Dersimi 1973’te Halep’te mektubu Latin harfleriyle basar. Akabinde Komal Yayınevi 1977’de mektubu sadeleştirerek, 1992’de Doz Yayınları da mektubu olduğu gibi yayınlar. Doz Yayınları, 2010’da Mustafa Aydoğan’ın yeni transkripsiyonunu esas alarak, Celadet Bey’in mektubunun yeni bir basımını yapar.*
“Dağlı Türklerin Lisanı”
Celadet Bey, mektubunda hem dilbilimci hem de siyasetçi-hukukçu kimliğini kuşanır. Mektubunun ikinci kısmında bir dilbilimci olarak, Cumhuriyet rejiminin Kürtçeye karşı izlediği siyaseti, nazik bir dille ama çok sert bir şekilde tenkit eder. Uzun ve detaylı bir tahlil yapar, kelime ve cümle düzeyinde misaller vererek, diğer dillerle karşılaştırmalara başvurarak Kürtçeye karşı ileri sürülen tezlerin ne denli bilim dışı olduğunu ispatlamaya gayret eder.
Kürtçenin bir dil olmadığını ileri sürenlerin veya Kürtçenin Latin harfleriyle yazılmasını Ermenilere bağlayanların bilim ile herhangi bir irtibatlarının olmadığını belirtir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtçeye karşı hasmâne tutumunun, diğer baskıcı devletlere de ilham verdiğini söyler.
“Maarif vekillerinizden Necati Bey, Kürdistan’da yapmış olduğu bir tedkik seyahatını müteakip vuku bulan beyanatında, Kürdlerden ve lisanlarından bahsederken diyor ki ‘Evet, dağlı Türklerin lisanı mürur-i zaman ile biraz çetrefilleşmiş.’
Bu ta’bir Kürtleri temsil veya imha etmek isteyen hükümetler nezdinde adeta moda oldu. Türkiye Hükümeti Kürdlere ‘Dağlı Türk’ dediği gibi, Acemistan’da da birkaç seneden beri aynı ta’biri istimal ve Acemistan Kürdlerine ‘Dağlı Acem’ demeye başladı. Irak da bu modaya teb’iyet ettiği takdirde yarın Irak’ta da ‘Dağlı Arapların’ zuhur eylemesi emri tabidir.” (s. 59)
“Şarkın En Zengin Lisanı”
Celadet Bey; Kürtçenin Türkçenin bir parçası veya bozulmuş bir şekli olduğuna dair iddiaları, ilmi ciddiyetten uzak görür ve şiddetle reddeder. Kürtçenin menşe, şekil ve aile itibarıyla Türkçeden tamamen farklı ve kendi başına bir dil olduğunun altını çizer. Doğu dilleri arasında Kürtçenin “mevkiine” dair kişisel bir fikir belirtmez, bunu ileri zamanlarda yapacağını söyler. Fakat Kürtçenin değeri mevzuunda, Kemalist yönetime itiraz edemeyeceği bir adresi işaret eder: Ziya Gökalp.
“Türklüğün en büyük peygamberi olan Ziya Gökalp Bey’in Kürdce hakkında cidden şayan-ı dikkat olan bir hükmünü burada zikredeceğim. Ziya Gökalp Bey Diyarbakırlı bir Kürdtür. Kürdce, lisan-ı maderzadidir (anadilidir). Ziya Bey lisanı maderzadini alelade bilmekte iktifa etmemiş, bu lisanı bir âlim, bir linguiste nazarıyla tedkik eylemiş ve vaktiyle de bir Kürdce gramer vücuda getirmişti. Bu itibar ile Kürdce hakkındaki hükmü, suret-i mahsusada kıymet ve ehemmiyeti haizdir.
1926 senesinde merhum Ziya Bey’in Giresun gazetesinde bir eseri tefrika ediliyordu. Ziya Bey bu eserin bir noktasında Kürdceyi diğer Şark lisanlarıyla mukayese ederken diyor ki ‘Kürdce, Arabca da dâhil olmak üzere, şarkın en zengin lisanıdır.” (s.91)
“İki Türkiye”
Mektubunun ilk kısmında ise Celadet Bey, hukukçu ve siyasetçi şapkasıyla rejimin Kürt politikalarını mercek altına alır ve Kemalist rejimin Kürt karşıtı bir siyasetle alabileceği bir yolunun olmadığını söyler. Ona göre, mütareke döneminde biri Ankara, diğeri ise İstanbul tarafından idare edilen İki Türkiye vardır. Mustafa Kemal dirayetli bir yönetimle bu ikiliğe bir son verir; İmparatorluğu tarihe gömüp Cumhuriyet’i kurar ve Lozan Antlaşması ile de bunu uluslararası camiaya kabul ettirir.
Ne var ki, bu tekliği muhaliflerin kanun dairesinde muhalif olma haklarını sağlayarak gerçekleştirmez. Aksine muhaliflerin bir bölümünü zorla yurt dışına gönderir, diğer bir bölüm muhalif ise can derdine düşüp yurt dışına kaçmak zorunda kalır. Böylece İstanbul-Ankara ikiliğini ortadan kaldırmak için müracaat edilen yöntemler, yeni bir ikiliğe sebep olur: Dahili Türkiye ve Harici Türkiye.
Celadet Bey, umumi bir affın gündeme gelmesinin altında, Kemalist hükümetin bu ikiliği ortadan kaldırma gayesinin yattığını ifade eder. Zira ülkeden kopup dışarıda bir Türkiye inşa edenler, içerideki Türkiye’nin başını her daim tehlikeye sokabilirler. O halde dışardakilerin münasip bir yolla içeriye alınması lazım gelir. Af da bunu sağlayacak mekanizmalardan biridir. Ve bu affın, öncelikli hedef kitlesi de Kürtlerdir.
Lakin bu af, Kürtleri içeri çekebilecek evsafta değildir. Çünkü devlet ricali, Kürt kelimesini kullanmaktan ve Celadet Bey’in deyimiyle bir “Kürdistan meselesi”nin varlığını kabulden imtina etmektedir. Cesur kişiliğiyle bilinmesi rağmen Mustafa Kemal de, bu meselede gerçekle yüzleşmekten kaçınmakta, geçici önlemlerle işi idare etmeye çalışmaktadır. Netice; kanayan bu yaranın diğer yaraları da derinleştirmesi ve çözümün her geçen gün daha da zorlaşmasıdır.
“Paşa Hazretleri, maruf olan şahsi ve medeni cesaretinize rağmen, bilmem ki neden şimdiye kadar Türkiye’de bir Kürdistan meselesinin mevcudiyetini sarahaten itiraf edemediniz, bu itiraf için kuvvet ve kudrete ziyadesiyle itimat ettiğiniz iradenizle o cesareti bulamadınız. Öyle bir Kürdistan meselesi ki hükümetinizi, onunla meşgul olurken kararsızlıklara, tereddütlere, ricatlara ve yarım tedbirlere sevk ediyor.” (s.39)
“Bu Ocaklar Size Türkçü Yetiştirdiği Kadar Bize de Kürdçü Yetiştiriyordu”
Celadet Bey, bunun için, evvela meselenin arka planını anlamak gerektiğinden bahseder ve kendi perspektifinden Kürdistan meselesine dair bir tarihçe sunar. Ona göre, bu mesele Kürt aşiretlerinin İdris-i Bitlisi vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim’e biat ettikleri günden itibaren mevcuttur. Bugün bu mesele ne bir feodalizm ne bir mezhep ve ne de bir aşiret meselesidir; bu bir milliyet meselesidir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet ile hız verilen Türkçülük, Kürtlerde zaten tarihi olarak var olan bu “milliyet cereyanını” harlar. Zira İmparatorluk sınırları içindeki gayri-Türk unsurları denklemin dışına iten ve “Türkiye’de Türk’ten başka bir milli unsur yoktur ve olmamalıdır” düşüncesine dayanan bir düzen kurma çabasının, kendi karşıtını yaratması kaçınılmaz olur.
“Bu şöven milliyetperverliğin, daha doğru bir ta’bir ile başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin literatürünü yapmak üzere yer yer Türk Ocakları, Türk Yurtları tesis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşredildi. Gençlere bu yurt ve ocaklarda hususi bir terbiye veriliyordu. Rehberlerin itikadınca bu ocakların eşiğinde ilk temsil ameliyesi yapılıyordu. Fakat ileride göreceğiz ki bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürdçü yetiştiriyordu.” (s. 42-43)
“Muhayyel Kürdistan Burada Medfundur”
Osmanlı’daki “Gavura bakınca, Kürd Müslümandır” darb-ı meseli giderek manasını yitirir; çünkü İttihat ve Terakki’nin nezdinde makbul olan Müslümandan ziyade Türk’tür. Türklük vurgusunun artması, Kürtlerde Kürt kalmak ve Kürt olarak yaşamak endişesini büyütür. Ancak Birinci Dünya Savaşı, İttihat ve Terakki’nin sonunu getirir; ipleri ele alan Mustafa Kemal’in elinde ise “Kürdden maada bir unsur” kalmaz. Onun altına girdiği yükün üstesinden gelebilmesi için Kürtleri yanında tutması şart olur.
“Paşa Hazretleri, buhranlı bir zamanda zimam-ı umuru ele aldınız. Ortada bertaraf edilmesi lazım gelen bir Yunan tehlikesi ve istilası vardı. Bunu defedinceye kadar kıldığınız nafile namazlara kabilinde Kürd rüesası ile dostane münasebetler beslediniz ve kendileriyle ‘Kardeşim, Ağa’ gibi samimi hitaplarda muhaberelerde bulundunuz.” (s. 49)
Dar zamanda Kürtler Mustafa Kemal’in yanında dururlar. Fakat feraha varılınca Kürtlere verilen sözlerin tutulmaması Şeyh Said İsyanı’nı patlatır. Genç Cumhuriyet “saralı ölüm dakikaları” geçirse de, Kürdü Kürde kırdırarak, o “kardeşim”lerin ve “ağa”ların bazılarını darağacına yollayarak isyanı bastırır. Şeyh Said Hadisesi biter ama bu, Kürdistan meselesinin bittiği anlamına gelmez.
Ağrı İsyanı’nın ardından Milliyet gazetesinde, Ağrı Dağı tepesindeki bir mezarı gösteren bir resim neşredilir. Kürt külahı giydirilmiş mezar taşında “Muhayyel Kürdistan burada medfundur” yazılıdır. Devlet, aynen resimde yazdığı gibi, Kürdistan meselesini ilelebet gömmek adına elinden geleni (tedip, tenkil ve temsil) ardına koymaz. Ama emeline ulaşamaz; bazı silahlar ters teper, bazı mekanizmalardan umduğunu bulamaz ve nihayetinde “Kürdistan meselesi kısa zamanda geniş adımlarla uzun merhaleler” kat eder.
“Kürdlerin Hürriyeti, Tabiattan Doğan Bir Çeliktir”
Celadet Bey’e göre, Mustafa Kemal’in bu tarihsel süreçten, Kürtleri asimile etmenin mümkün olmadığını anlaması gerekir. “Paşa Hazretleri, Kürdleri temsil veya esir etmek emin olunuz ki, onları öldürmekten müşküldür. Kürdlerin hürriyeti, tabiattan doğan bir çeliktir” diye seslenir Mustafa Kemal’e ve af ya da af benzeri projelerin Kürtlerin derdine derman olmadığını bir kere daha hatırlatır.
Ne afla bir yere varılabilir ne de şiddetle. Aflarla Kürtler oyalanabilir, avutulabilir veya saflıklarından yararlanarak kandırılabilir; yoksa bunlarla bir çözüme varılamaz. Kürtlerin üzerine şiddetle gitmek de, biçare Anadolu ve Kürt yavrularının kanının dökülmesinden başka bir sonuç doğurmaz; sorun olduğu yerde kalır.
Fakat bütün bunlardan, meselenin halledilmeyecek kadar karmaşık olduğu anlamı da çıkarılmamalıdır. Aksine mesele “gayet basit ve sarihtir.” Eğer Mustafa Kemal, Kürtleri rahat bırakarak meseleyi halletmek isterse, bu o kadar zahmetli bir iş değildir, atması gereken adımlar bellidir:
“Meselenin hallini arzu buyuruyorsanız sureti halli arz edeyim: Resmi bir tebliğ ile Kürdistan’ın mevcudiyetini, Kürdlerin tarihi, ırki, harsi haklarını tanır ve itiraf ederseniz, işte o zamandır ki meselenin halline doğru büyük ve mühim bir adım atılmış olur. Bunu yapmakla da ancak hadisata takaddüm etmiş olursunuz.” (s. 116)
Dünden bugüne meseleler de reçeteler de pek değişmiyor gibi!
* Emir Celadet Ali Bedirhan, Bir Kürt Aydınından Mustafa Kemal’e Mektûb, Yayına Hazırlayan: Mustafa Aydoğan, Doz Yayınları, İstanbul, 2010
Kaynak: serbestiyet.com