Avukat Abbas Bilgili, anayasa tartışmalarının gündemde olduğu süreçte Taha Akyol’un yeni kitabı ışığında değerlendirmelerde bulunuyor.
İkinci Yeni akımından Cemal Süreya Kısa Türkiye Tarihi başlıklı şiirinde; “Üç anayasa / ortasında büyüdüm: / Biri akasya / Biri gül / Biri zakkum” dizeleriyle Cumhuriyetin anayasa tarihini özetler. Şairimiz, şüphesiz bir anayasa hukukçusu değildi, şair duyarlılığıyla ele almıştı konuyu. Tespitleri isabetsiz de sayılmaz. Halk oylamasında yüksek oranda evet denmiş olsa da 1982 Anayasası’nın “zakkum” kavramını hak ettiğini söyleyebiliriz. Bizde sol mahallenin dünyanın en iyi anayasalarından biri diye takdim ettiği 1961 Anayasası şairin dilinde “gül” ile ifade edilmiş. Şair her ne kadar “Gül gibi anayasa” dese de, şahsen biz “Gülü seven dikenine katlanır” diyoruz ve 1961 Anayasası’nın “dikenlerini” belki bir başka yazının konusu yaparız diyerek bir kenara bırakıyoruz. Gelelim “akasya” olarak ifade edilen 1924 Anayasası’na. Akasya, güzel kokulu beyaz çiçekleri ile parkları, caddeleri süsleyen bir ağaç ama sert dikenlerini de unutmamak lâzım. Bir imparatorluğun tarihe gömüldüğü, yeni bir cumhuriyetin henüz emekleme döneminde yapıldığı için, dönemin koşullarının da belirleyici olduğu 1924 Anayasası’nın yapım süreci Taha Akyol’un yeni kitabının konusu.
***
Esasen Neden 29 Ekim isimli eserin devamı gibi görünen yeni eser, aslında tarihî bir araştırma ve tespitin ötesinde bugüne de ciddi göndermeler içeriyor. Çalışmanın ana gövdesini 24 Anayasası’nın yapılış süreci ve bu süreçteki düşünce ayrılıkları ile birlikte bu ayrılıkların etkileri oluşturuyor. Dönemin gazetelerinin ve meclis zabıtlarının gözden geçirilmiş olmasından anlıyoruz ki, zengin ve etkili bir düşünce çatışması yaşanmış. Köşe yazıları ve gazete haberlerine yansıyan anayasa tartışmalarının ciddi bir tarihsel malzeme olarak kullanıldığını görüyoruz.
***
Dikkat çeken hususlardan birisi, bir Osmanlı Anayasası olan Kanun-î Esasî ile 1921 Anayasası’nın aynı dönemde yürürlükte olduğunun belirtilmesidir diyebiliriz. Bunu daha da ilginç duruma getiren ise, 1921 Anayasası’nda kuvvetler birliği benimsenmiş iken, Kanun-î Esasî’de kuvvetler ayrılığının mevcut olmasıdır. Ancak hemen belirtelim ki, yazarın da değindiği üzere, 1921 Anayasası, 23 maddeden ibaret kısa bir metin olup, bir anayasada bulunması gereken bir çok hususun eksikliğini de barındırıyor. Bu nedenle de bu metne hakiki bir anayasa gözüyle bakmak çok da mümkün değil. Bu metni, Millî Mücadele dönemindeki koşulların getirdiği ve gerektirdiği bir düzenleme olarak görmek gerçekçi olur.
Anayasanın önemli görülen maddeleri üzerindeki görüşmeler ele alınırken, ilginç bazı tartışmalara da tanık oluyoruz. Örneğin 1924 Anayasası’nın yapım sürecinde, taslaktaki “her Türk” ibaresinden kadınlara seçme ve seçilme hakkı verileceği intibaı doğuyor. Hatta “her Türk” ibaresinin kadınları kapsayıp kapsamadığı tartışılırken, kapsadığı söylendiği halde, kadınlara bu hak verilmiyor. Milletvekili Yahya Kemal, kadınlara da bu hakkın verilmesi yönünde önerge vermesine karşın önerge reddediliyor. Metin, “her erkek Türk” ibaresi şekline dönüştürülüyor ve kadınlar bu haktan mahrum kalıyor. Alkışlar karşısında tepki gösteren bir ses (Recep Bey), “Kadına hak vermediniz, bari alkışlamayın” diyor (sh. 67-72).
Bir başka ilginç tartışma da vatandaşlığı düzenleyen 88. madde görüşülürken yaşanır. Tasarıdaki “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk denilir” cümlesine Türkçü kesimden itiraz gelir. Mebus ve Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi Bey’in önergesi üzerine 88. madde “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” şeklini alır (sh. 131-135).
***
Çok önemli tartışmalardan birinin de seçimlerin yenilenmesini düzenleyen 25. maddeyle ilgili olduğunu görüyoruz. Seçimlerin yenilenmesine sadece meclisin değil, Cumhurbaşkanın da (o zaman için Mustafa Kemal’in de) yetkili olması tasarıda mevcuttur ve bu yetki meclisin feshi anlamına gelmektedir. Gazi’ye bu yetkinin verilip verilmeyeceği çok ciddi tartışmalara yol açıyor. Manisa mebusu Reşat Bey dikkat çeken bir ifade kullanarak, “Kesin kanaatim şudur ki, Allah Cumhurbaşkanı olsa, büyük melekler Bakanlar Kurulu olsa, fesih yetkisini verecek yoktur” mealinde cümleler sarf ediyor. Meclisin böyle bir yetkiyi vermek istemediği görülünce Anayasa Komisyonu Başkanı ve gazeteci Yunus Nadi gazetesinde meclisi çok sert ve aşağılayıcı ifadelerle eleştiriyor. Sonuçta Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e meclisi feshetme yetkisi verilmemiştir (sh. 93-111). Ergun Özbudun da bu konuda, hemen bütün üyelerinin Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Halk Fırkası üyelerinden oluşmasına rağmen, görüşmelerin kayda değer bir tartışma özgürlüğü içinde geçtiğini ve Cumhurbaşkanı’na geniş yetkiler tanıyan bir çok önerinin şiddetle eleştirilerek reddedildiğini belirtmektedir. (Özbudun, 1924 Anayasası, 2012, sh. vii).
***
Anayasa yapımındaki en önemli tartışmanın kuvvetler ayrılığı – kuvvetler birliği konusunda olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal’in kuvvetler birliğinden yana olduğu biliniyor, ancak kuvvetler ayrılığını savunan ciddi bir aydın grubu da var. Gazi’nin yakın çevresindeki Şükrü Saracoğlu “yalnız tek kuvvet vardır” derken, Ağaoğlu Ahmet karşı görüştedir ve isabetli bir ifadeyle “Bizdeki kuvvetler ayrılığı aşırıdır” diye yazar. Esasen Mustafa Kemal’de J. J. Rousseau etkisiyle oluşan “genel irade” düşüncesinin bizde “millî irade” olarak vücut bulduğu biliniyor. Son yıllarda Atatürk-Rousseau etkisi konusunda az da olsa bir literatürün oluştuğunu memnuniyetle görüyoruz. Taha Akyol’un Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Zafer Toprak’ın Atatürk /Kurucu Felsefenin Evrimi, M. Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk / Entelektüel Biyografi, Tolga Şirin’in Meclis Hükümeti isimli eserlerinde yer verilmekle birlikte, bu konunun bağımsız bir çalışmayı hak ettiği kanısındayız.
Şükrü Hanioğlu’na göre Atatürk,“kökleri Rousseau’ya giden “kuvvetler birliği” tezi çerçevesinde ve “milli irade”nin bölünmezliği üzerinden açıklamaya çalışacak, bir siyaset felsefecisi ve anayasa hukukçusu gibi analizler geliştirecektir.” (Hanioğlu, Atatürk, sh. 331).
Mustafa Kemal, yıkılan Osmanlı rejiminin faturasını kuvvetler ayrımına, Osmanlı parlamenter rejimine çıkarıyordu. İkinci Meşrutiyet’in çok partili siyasal modelinin Montesquieu’nün güçler ayrımı anlayışıyla düzenlendiği ve çöküntünün gerisinde bu tür bir anlayışın yattığı kanısındaydı. Onun için çözüm güçler birliğiydi. Benimsediği güçler birliği anlayışı doğal olarak Millî Mücadele’nin gerektirdiği yekvücut birlik anlayışının sonucuydu. Hürriyet nesline mensup olmasına rağmen emperyalizmin tehdidi altında güçler ayrımına sıcak bakmadı. (Zafer Toprak, Atatürk / Kurucu Felsefenin Evrimi, sh. 29,30) Ciddi bir kuvvetler birliği savunusu mahiyetindeki Tolga Şirin’in eserinde de “Atatürk için erkeler birliği ve meclis hükümeti, o gün için meşrutiyetin antitezi olduğu için kesinlikle önemlidir” denilmektedir. (Meclis Hükümeti, sh. 145).
***
Taha Akyol’un kitabında da belirtildiği üzere, 1924 Anayasası’nın çok partili hayata geçildiğinde değiştirilmesi gerekirdi. Kuvvetler birliği düşüncesi, tek parti rejimi için sorun yaratmayabilirdi ama çok partili hayata geçmek demokrasi açısından ciddi bir evrimdi ve bu evrimin anayasa ayağında da değişiklik yapılmalıydı. Başta Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil olmak üzere, bazı hukukçular, çok partili hayata geçtikten sonra 1924 Anayasası’nın da değiştirilmesi ve kuvvetler ayrılığı rejimine geçilmesini hatırlattılar. Başgil’in daha sonra kitaplaştırılan o dönemdeki makalelerinde kuvvetler ayrılığı, temel hak ve özgürlükler gibi konuların anayasaya girmesi gerektiği vurgulanıyordu. (Geniş bilgi için bak, Ali Fuat Başgil, İlmin Işığında Günün Meseleleri, Yağmur Yayınları, İstanbul 1960; Salih Zeki Haklı, Ali Fuat Başgil / Bir Düşünürün Fikri Haritası, Liberte, Ankara 2018). Ancak, bu değişiklikler yapılmadı ve meclisi güçlü kılan bu anayasa, seçim sisteminin de desteği ile Demokrat Parti’yi aşırı derecede güçlü duruma getirdi ve bunun sonuçlarının hiç de iyi olmadığını 27 Mayıs Darbesi’nden biliyoruz.
***
1924 Anayasası’nın en önemli eksikliklerinden biri de Anayasa Mahkemesi’nin olmayışıydı. Bugün Anayasa Mahkemesi’ni kapatmaktan bahseden siyasetçilerin hukuk konusunda ne kadar güdük kaldıkları da insanı hazin hazin düşündürüyor. Oysa bazı yazarlar DP döneminde Anayasa Mahkemesi olsaydı 27 Mayıs darbesi olmazdı diyorlar. Bu iddia belki aşırı bulunabilir ama Anayasa Mahkemesi olsaydı en azından darbecilerin elindeki en önemli argümanlardan biri alınmış olurdu. Çünkü darbeciler Menderes ve arkadaşlarını Anayasa’yı ihlal ettiği iddiasıyla yargılayıp idam ettiler. Oysa yapılan “Anayasayı ihlal” değil, “Anayasa’ya aykırı kanun çıkartmak”tı. Darbecilerin oluşturduğu mahkeme bu basit ayrımı bile göz önüne almadı. 24 Anayasası’nda Anayasa Mahkemesi olmayınca tek parti döneminde olduğu gibi DP döneminde de Anayasaya aykırı kanunlar yapıldı ve bu kanunları denetleyecek bir yüksek mahkeme yoktu. Zaten 24 Anayasası’nın bir maddesinde açıkça “Hiçbir kanun Anayasa’ya aykırı olamaz” (103, md.) gibi tuhaf bir madde vardı. Meclise üstünlük tanıyan Anayasa, meclisin Anayasa’ya aykırı kanun çıkarmayacağını var sayıyordu, bu maddeye göre, bir kanun Anayasa’ya aykırı bile olsa Anayasa’ya aykırı değildi! Nitekim DP İzmir Milletvekili Behzat Bilgin bir konuşmasında Türkiye’de bir anayasa mahkemesi bulunmadığı için anayasa mahkemesinin TBMM’nin kendisi olduğunu ve onun anayasaya uygun bulduğu bir kanunun artık anayasaya muhalif olamayacağını söylüyordu (Muharrem Turp, 27 Mayıs Darbesine Doğru, Aktif Yayınevi, İstanbul 2022, sh 105).
***
Anayasa Mahkemesi’nin olmayışı, Anayasaya aykırı olduğu düşünülen kanunları uygulamak durumunda olan mahkemeleri de tereddüde düşürüyordu. Bir çıkış yolu olarak yargıç Refik Gür’ün çabası takdire şayandır. Akşehir Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıcı Refik Gür, 1949 yılında önüne gelen bir davada, uygulanmak istenen kanunun 1924 Anayasası’nın 103. maddesine aykırı bularak davayı reddetmiş, ancak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi kararı bozarak ilgili kanun hükmünün uygulanmasını istemişti. Yargıç Refik Gür bu Yargıtay kararına direnmiş ama bu defa Yargıtay Hukuk Genel Kurulu direnme kararını bozarak, kanunların anayasaya uygun olup olmadığını mahkemelerin inceleme yetkisinin olmadığını belirtmiştir. Bazı hukukçuların Refik Gür’ün direnmesini haklı bulduklarını da görüyoruz, ancak Yargıtay bu yol üzerinden bir denetlemeyi kabul etmemiştir. (A. Refik Gür, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kadılık Müessesesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015, s. 211-237).
Taha Akyol’un Atatürk’ün Anayasası 1924 (Doğan Kitap, 2024) isimli bu çalışması esasen bugüne ciddi göndermeler yapıyor. Kitabın son bölümünde bugünkü tek adam yönetimine de değinilerek, 24 Anayasası bağlamında anayasal sorunlarımız üzerinden güncel bir analiz yapıldığını da görüyoruz ki, bugünlerde yeni bir anayasa yapmaktan bahseden siyasetçilerin ve hukukçuların mutlaka okuması gerekir.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR