BİR İSLAMCININ 12 EYLÜL HATIRALARI

12 Eylül askeri 'faşist' darbesinin tanıklarından olan yazar Adil Akkoyunlu'nun o meşum döneme ait hatıralarını içeren kitabını, kendisi de, o dönemin bir 'genç tanığı' olan Sait Alioğlu değerlendirdi.

BİR İSLAMCININ 12 EYLÜL HATIRALARI

Darbe...Tutuklama... Hücre... Koğuş... İşkence...

Bu ifadeler aslında, darbelerin mutat birer ve sıradan göstergesi hükmündedir. Bunlardan daha önem sırasına konulacak göstergeler de vardı/r mutlaka... Ülkenin alabora olması, kiminin ölmesi/öldürülmesi, kimini yaralanması, kimini bir ömür boyu sakat kalması, psikolojik rahatsızlıklar geçirilmesi, ekonominin dibe vurması, nice yuvaların yıkılması, ocakların sönmesi. Kısacası sosyal, siyasal ve ekonomik yapının çökmesiyle başlayan yıkım, talan ve dışa bağımlı hale gelmek. Dışa hemen her açıdan bağımlı hale gelmeye en çarpıcı örnek, başta siyasi olmak üzere çeşitli alanlarda, 12 Eylül'ün öncesi, yapılış mantığını teyit eden davranışların tümünü -globalizm adına sergileme- ve daha sonra ise, 'iş başa düşünce(!) devre alan Özalizm en çarpıcı ve bildik bir örnek olarak, 12 Eylül'ün "yönetimsel" 'bir halefi olarak' da okunabilirdi...

Kitaba dönersek... Yazar elleri titreyerek kaleme aldığını belirttiği, hacmi küçük, ama içerik olarak en azından benim için önemli olduğunu, satır satır okuyunca gördüğümüz, hissettiğimiz, muttali olduğumuz bu kitap bizi bir gerçekle yüzleştirmek istemektedir. Bu kitabın önemli bir özelliği, yazar Adil Akkoyunlu'nun, belki de hakka şahitlik ve gelecek nesillere geçmişimizle ilgili olarak ibretlik bir eser bırakma düşüncesinde gizliydi. ki, o da o kendi yanında, olayın gizli kalmış yanlarının ortaya çıkmasını temin için bu eseri kalene almıştı diyebiliriz... Bundan önce Mekki Yassıkaya'nın 12 Eylül mağduru, tanığı ve mazlumu sıfatıyla Diyarbakır zindanlarında geçen On bir yıllık macerasını anlatmaya çalıştığı anıları, doksanlı yıllarda Kitap Dergisi sayfalarında periyodik olarak uzun bir dönem yer bulmuştu. Sol cenahta ise -apaçık bir mağduriyet vardı, ama- tabiri caizse koru deriden post çıkarmak gibi, 12 Eylülle ilgili onlarca, yüzlerce anı kitabı mağrurlar tarafından kaleme alınmış ve yayımlanmıştı. Zaten solun kendini meşrulaştırma girişimine denk gelecek oranda kullanıldığını düşündüğümüz bu darbe, bir açıdan da solun, Müslüman, muhafazakâr kesimlere oranla çalışmalarına sekte vurduğu gibi, onu bir mağduriyet açısından da vazgeçilmez kılıyordu. Tabiri caizse yer gök anı olmuş, kitaplar anılaşmıştı. Sol belki de bu anı kitaplarıyla -bu topraklarda ve farklı bir toplumsal yapı içerisinde nihai bir zafere erebilecek miydi- var olan 'maddi' gücü ve etki alanı açısından, hak etmediği bir konuma eriştiğini düşünür olmuştu. Günümüzde ise, bunun tek istisnasının PKK ve bağlaşıkları olduğu söylenebilirdi. Sol durmazdı da Evren hazeratları hiç boş durur muydu(!)12 Eylül cuntasının başı olan Kenan Evren'in 12 Eylül ile ilgili hatıraları, daha doğrusu bildiği, içerisinde bulunduğu halde, bazı şeyleri söylemediğine, onları gizlediğine inandığımız kitap çalışması, doksanlı yılların başında, o dönem sosyal demokrat olarak bilinen ve tanınan Milliyet gazetesi yayınları arasında çıkmıştı. Bu kitabı, yazarının darbeci kişiliği bilindiği halde, dönemin birçok sağcı ve solcu kitabevleri ve dağıtım şirketleri tarafından alınıp satılmış, ticareti yapılmıştı. Bununla birlikte, yine dönemin birçok İslamcı kitabevi ve dağıtım şirketlerince bu kitaba yönelik olarak ambargo uygulanmış olup bir ilkelilik gösterilmişti. Bu da İslamcıların şanı olsa gerekti... Bununla birlikte bu ilkeliliğe rağmen, genel Müslüman(muhafazakâr, 'bazı' İslamcı öbekler vs.) kitle nazarında Müslümanları vakar ehli oluşlarından dolayı, mevzu bir darbe dahi olsa, olur olmaz ifadelerle, başa gelenler yazılıp çizilmez, her şey içeride kalır, yani anlayacağımız, kol kırılır, yen içerisinde kalırdı... Bu bir gelenekti aslında, ama bu geleneğin, mutlaka yeri ve zamanı vardı, ama bu zaman o zaman değildi ve sol bu konuyu kendini meşrulaştırmak adına iyi kullanmıştı. Hatta darbeci başının dahi, bazı şeyleri gizlediği, söylemediği, yazmadığı, es geçtiği halde, biz neyin üzerini es geçecektik Allah aşkına?

Darbelere işaret edip darbecileri ifşa etmeseydik eğer, eksikli ve gedikli kalmasına rağmen, 2000'lerin başından ta 15 Temmuz'a kadar ki süreci nasıl ifade edebilirdik? Demek ki, birileri reel ve gayr-ı reel siyaset içerisinde -İslamcılar- bedel 'ödediler ki, muhafazakârlarda, 'ebedi düşman' olarak belledikleri solun yanında, esaslı düşmanın Madde in USA patentli sağcılık, 'türüne özgü bir muhafazzkârlık' ve kendi yapılarından kaynaklanan bir takım zaaflarının yol açtığı refah, konformizm ve asl'dan kopuk bir kendine Müslümanlık olduğunu da inşaallah görmüşlerdir. Eğer hâlâ görmedi iseler, bir darbeye ihtiyaç hissetti iseler, o zaman kopup gelecek olan bir tufanın açık bir adı ve adresi olmayabilirdi…

Anılar..."Darbe...12 Eylül 1080... Saat 03.00Ülke alabora oldu, Kimi yaralandı, kimi öldü, kimi sakat kaldı... Psikolojik rahatsızlık geçirdi kimileri, bazısı işini gücünü kaybetti. Nice yuvalar yıkıldı, ocaklar söndü......Memleket karanlığa gömüldü..." (s. 7) Yazar o günlerle yönelik yazmak isteğiyle alakalı olarak şunları söylemektedir; "O günleri hatırlayıp anlatmak için kalemi her elime aldığımda, heyecanlanıyor, sıkılıyor, bunalıyordum... Ellerim ayaklarım titriyor ve vazgeçiyordum yazmaktan aklıma geldikçe, düşündükçe, yeniden yaşıyor gibi oluyordum, o korkunç trajediyi. Hâlbuki Seksen darbesinden sonra 15 kadar kitabım, elliye yakın hikâyem ve yüzlerce makalem yayınlandı." (s, 7-8) bir açıdan olumsuz birşeyi yaşamanın insan üzerinde kalıcı olan, ama derin bir etki de bıraktığını söyler gibidir.

Yazar tutukla(n)ma ile ilgili ve bu işlemin sonucuna yönelik olarak söylediği şu ifade hemen her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir; "Ölenlerden ve iyileşemeyecek şekilde sakat kalanlardan başkasını bırakmıyorlardı. Tabi her ölen ve sakat kalanı da teslim etmiyorlardı ailelerine. Kayıptı niceleri. İşte ben de 12 Eylül mağdurlarının bir halkasını oluşturmak üzere evimden alınmış ve götürülüyordum. Başıma neler geleceğini ben de bilmiyordum. (s. 13) Bu da aslında 'ilgilisince bilinen' bir akıbetin, mağdurlar tarafından bilinmemesiydi sonuçta... Tarih boyunca 'suç işlediğine kanaat getirilen' insanı cezalandıran zihniyetin bulmuş olduğu hücre cezası, karşımıza aynı zamanda kendi gerçeğini ve sosyolojisini ede üretip çıkarmış oluyordu, Öyle ki, yazar hücre ile ilgili olarak şunları söylemekteydi; "Neler yazılmamıştı hücrenin kirli duvarına. Suç - suçsuz gör kimleri misafir etmişti bu küçük odacık, Kimileri sol, kimileri ırkçı sloganlar, kimileri de sevdiği kız için bir şeyler yazmıştı..." (s. 15) Kimileri de İslam'a uygun sloganlar; "Ey insanlar Allah'tan korkun! Hak'tan adaletten ayrılmayın! vb. "Bizde o günlerde adeta içine düşüldüğünde bir daha çıkamayabileceğimiz bir kör kuyunun kenarında durur gibi enselenmeyi beklemiyor değildik. Bir ara, hiç mutadım olmadığı halde bir çay ocağına gidip kendimi güya darbecilerden korumaya çalışmıştım. Lakin bir gün bizi bir, iki polisin takip ettiğini fark etmiştik. Bizde kamufle olmak ve işi atlatmak için çoğu esnafın gittiği, güngörmüş 'irfan sahibi' büyüklerin her gün oturup oradan buradan konuştukları bir çay ocağına bir iki arkadaşımla takılmaya başlamıştım. Oradakiler bizim siyasi düşüncelerimizi biliyorlardı, ama filan kesin çocuğu ve kendi tanıdıkları olduğumuzdan dolayı, bizden zahiren rahatsız olmadılar, ama içten içe de kızıyorlardı bize. Buna rağmen, üstelik, orayı ara sıra kolaçan eden polise, bekçiye ve hatta 'muhbir' bildikleri şahıslara karşı bizlerin uslu mahalle çocukları olduğumuzu, onlara dillerinin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalışıyorlardı. Buna rağmen, bir gün gelip biz de enseleyip karakola götürdüler. İlk gittiğimiz gün bizleri sorguladılar ve bir bağcıdan bağ bozumu sonrası aldıkları iki üç traktör yükü bağ kütüklerini bizlere 'meccanen' taşıttılar. Ama şehrin 'muhafazakâr' ileri gelenlerinin -birkaçıyla da akraba idik- hakkımızda 'iyi çocuktur/lar' delalet, himmet ve kefillikleri sonucu iki üç gün içerisinde salıverilmiştk. Ama gözler yine bizim üzerimizdeydi bunların. Hele o bekçi ve muhbirlerin...

Tutuklanmamız içten bile değildi, ama demek ki, kısmette tutuklanıp hücreye atılmak yokmuş. Olabilirdi de. Ama olmamıştı!***Koğuş gerçeği... Koğuş genellikle askerde ve cezaevlerinde olurdu. Askeri koğuşlar, devletin kendi askerine sunmaya çalıştığı şartların 'en iyisine' haiz barınma yeriydi. Ama koğuşlar siyasi tutuklular açısından ise, imkânların alabildiğine sunulmadığı izbe, basık ve bodrum katlarıydı. Zira yayaya tekerli binek ne gerek... "Koğuşta çok ağır bir koku vardı. Midem ağzıma geldi. Tanıyanlar oldu beni. Tanımayanlarla da tanıştık. Burası sağcı ve solculardan seksen kişinin kaldığı bir bodrum katıydı." (s. 17) diye kaldığı koğuşu tasvir ediyor ve tanımlıyordu. İşkencede öğüt faslı... Her şeyin bir faslı olduğunu bilmeyen yoktur. Müzik fasıl, okulda fasıl, evde fasıl, hayatta fasıl ve aynı zamanda da işkencede, işkence arasında 'iyilik kabilinden(!) fasıllar..."Genelde işkencenin sonuna doğru öğüt faslı başlardı. "Oğlum ne yapacaksınız sağcılığı solculuğu! Ne işiniz var sizin siyasetle, örgütlerle. Kız arkadaşlarınız olsun, yiyin, için, gezin, eğlenin, müzik dinleyin, maça gidin. Niye milletin rahatını, huzurunu kaçırıyorsunuz?" (s. 25) Tamam da bay işkenceci, o günlerde ne cd vardı, ne md, ne de kulaklık! Olanlarsa, adeta bir TIR maketi büyüklüğünde ya kulağa yaslatılarak, ya da bir süslü bir masa üzerinde konulan kasetçalarlar vardı... O tür kasetçalarlar da ayını zamanda radyo olarak kullanılıyordu. Bir de onlarda zaten, NETEKİM'in o 'gür' sesinden -yoksa güven telkin etmeyen mi diyelim- 12 Eylül darbesini duyurmak için kullanılmışlardı bir kere... Bir de koğuştan alınıp yapılan işkence sonrası öğüt faslından sonraki süreçte tutukluların yaşayan bir ölü olarak koğuşa avdeti de söz konusuydu. Buda ayrı bir fasıldı sonuçta. İşkence yorgunluğu, uyuyamamak, yıkanamamaktan dolayı oluşan vücut kirliliği vs. Hücre olur da şiir ve türkü olmaz mıydı! En âlâsından olurdu elbette! Necip Fazıl'dan "Çaycı, getir ilaç kokulu çaydan! Dakika düşelim senelik paydan..." Ya da Daimi'den bir türkü;"...Yusuf sabır ile vardı Mısır'a, Bu da gelir, bu da geçer ağlama!" Zira türkü bu topraklarda, şiirden ziyade Türk ve Kürt halkının bir nevi hayatı yorumlama biçimi ve felsefesi hükmündeydi ve o muhayyile de irfana delalet ederdi sonuçta...

Başka söze ne hacet;"Türküz, ya da Kürdüz, ama türkü çığırırız...” Velhasıl yazar beni iki üç gün kendine esir etmişti. O akıcı üslubu, güçlü kalemi, inancı ve kararlı duruşuyla. Gerçi onun kararlı duruşunu bozmadığına olduğu yerde kaldığına ve geliştirdiğine şahidiz...Müslümanlar darbeci olmazdı, olamazdı, ama İslamcı dünya görüşüne mensup bizler ise, hiç, ama hiç, asla darbeci olamazdık, olmamalıydık ve onu ayağımızın altın alıp ezmemiz, lanetlememiz gerekirdi ve öyle de yapıyordu aslında...

 

Bir İslâmcının 12 Eylül Hatıraları

Adil Akkoyunlu

Bengisu yayınları

2.Baskı 2011 İstanbul