Milli Gazete yazarı Muhammed Esiroğlu yazdı;
Medine Sözleşmesi’nin son yıllarda fazlasıyla dillendirilmeye başlandığı bir gerçek. Bu konuda birçok isim konuşup yazsa da en büyük katkı Ali Bulaç’a aittir. Son yazdığı kitap da bu konuda önemli bir kaynak olarak yerini almıştır ama bugünkü mevzu kitap değil. Ali Bulaç’ın Medine Sözleşmesi kitabıyla ilgili yaptığı son röportajında Medine Sözleşmesi’nin neden Müslüman âlim ve düşünürlerin gündemine girmediğini sorguluyor. Bu sorgunun günümüze de cevap üretebileceğini düşündüğüm için dikkat çekmekte fayda var.
Ali Bulaç’ın bu sorgulamasında ilk dikkat çektiği nokta Medine Sözleşmesi’nin bir bütün olarak birkaç kaynakta yer almasına karşın muhaddislerin gündemine girmemesidir. Bunu rivayet zinciri açısından gerekli şartları taşımamasıyla açıklıyor. Diğer değindiği husus, Medine Sözleşmesi’nin İslam geleneğinde oluşan zımni hukuka aykırı olması İslam siyaset felsefesi açısından fazla değer görmemesi sonucunu doğurmuştur. Son olarak bu sorgulamada öne sürdüğü sebep yöneticilerin mevcut sistemi devam ettirme gayretiyle hareket etmesi ve bu konuda âlimleri etkilemesidir.
Kısaca bu şekilde özetleyebileceğim sebeplerin yanında benim de dikkat çekmek istediğim bir husus daha var. İslam siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası toprakların olabildiğince genişlemesi sonucunda yönetim geleneği olarak imparatorlukların yönetim anlayışından etkilenmiş olmasıdır. Bu etkileşim siyasetin ve onun üzerinde üretilen bilginin de bu minvalde seyretmesine neden olmuştur. Bu siyaset modelinde Müslüman tebaa dominant unsurken diğer dini kimliklerin konumu zımni statüdeydi.
Böyle bir vasatta Medine Sözleşmesi’nin Müslüman âlimlerin gündemine gelmesi beklenemezdi. Zaten işleyen bir sistem vardı ve bu sistem dışında yeni bir kurucu iradeye ihtiyaç yoktu. Bundan dolayı o dönemin âlimleri için makul olan mevcut sistemle ilgili sorunlara dikkat çekmekti. Geçmişe dönüp baktığımızda üretilen siyaset felsefesi metinlerinde Farabi dışında kurucu bir sistem ortaya koyan olmamıştır. Onun bile ideal olarak ortaya koyduğu fikirlerinde zamanın dokusunu üzerinde taşıdığını görüyoruz.
Fakat Medine Sözleşmesi’nin yapıldığı koşullara baktığımızda dominant unsur Müslümanlar değildi. Diğer dini kimliklerin bölgedeki gücü Müslümanlara göre daha iyi konumdaydı. Bu şartlar altında birlikte yaşamak için bulunan yöntem her kimliğin hakkının, güvenliğinin ve özgürlüğünün korunduğu bir sözleşme olmuştur. Aynı şartların günümüz için de var olduğunu görmemiz gerekiyor. Artık sadece dini farklılıklardan bahsetmek yeterli değildir. Farklı dini, mezhebi, etnik ve kültürel ve ideolojik kimliklerin bu coğrafyada çeşitlendiğini görüyoruz.
Siyaset felsefesi açısından üretimin yapılabilmesi için bir arayışa ihtiyaç vardır. İşte bu arayış 18. yüzyıldan itibaren Müslüman coğrafyada yaşanan yönetimsel krizlerle birlikte kendini göstermeye başlamıştır. Arayışın ilk istikameti geçmişi tazim etmek, ikinci istikameti ise Batı’yı tazim etmek olmuştur. Son iki asır bize göstermiştir ki, ne geçmişin taklidi ne de Batı’nın taklidi bizi düştüğümüz kuyudan çıkarmamıştır. Tam bu noktada Medine Sözleşmesi’nin gündemimize tekrar girmesi önemlidir. Geçmişi tazimle vakit kaybetmek yerine geçmişin asli kodlarına doğru yolculuk yapmanın önemi büyüktür. Bu yüzden Medine Sözleşmesi son birkaç asırdır içinde bulunduğumuz krizden bize bir çıkış imkânı sunabilir.