Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” (Can Yay., 2019) adlı romanı, hukuki bir problem olan cezayı; idam cezasını konu edinir.
Eserin başkahramanı bir idam mahkûmudur ve Hugo onun suçundan hiç bahsetmez, sadece bir cinayet işlediğini belirtir, o kadar.
Mahkûmun işlediği suçtan ve suçun ruhunda yarattığı etkilerden bahsetmemesi, bence bir eksiklik. Ama belli ki yazar eserinde suça değil cezaya; bedensel acıdan çok ruhsal ıstıraba odaklanmıştır. Bu bakımdan roman iki yönüyle öne çıkar: İlki, idama mahkûm edilen bir tutuklunun psikolojisidir. Nitekim roman kahramanı notlarının, içinde kopan fırtınaları, trajediyi, kaygı ve korkuları içeren “acılarının günlüğü” ve “bir idam mahkumunun zihinsel otopsisi” (s. 72) olacağını belirtir. Kuşkusuz okuru asıl etkileyen de bu psikolojik tasvir ve tahlillerdir.
İkincisi, romanın siyasi ve sosyal yönü. Hugo, bu kitabıyla Fransa’da o yıllardaki (1829) ceza ve infaz sistemini; özellikle ölüm cezasını ve infaz biçimini tartışmaya açar. Nitekim 1832 baskısına eklediği “Önsöz”de eserini; “ölüm cezasının kaldırılması için yapılan bir söylev” (s. 15) olarak niteler. Roman kahramanı da son günlerini yazmasının asıl amacının acılarını azaltmak yanında, yargı kurumunun dikkatini bir mahkûmun ruhsal acılarına çekmek, “daha insaflı” davranmalarını (s. 73) sağlamak olduğunu belirtir.
Burada bir noktaya değinmek gerekiyor. M. Foucault’nun da belirttiği üzere disiplinci biyo-iktidarlar, cezada sadece bedene odaklanır, bedene azap çektirmeyi ve onu birtakım haklardan mahrum bırakmayı hedefler. Oysa Hugo, özellikle ölüm cezasının bedenden çok ruhta büyük bir acıya yol açtığına dikkat çeker. Bunu romanda; “Oysa ruhsal acının yanında bedensel acı bir hiç kalır.” (s. 73) cümlesiyle dile getirir. Ayrıca savunduğu bir tez daha var: İdam, ıslah edici bir ceza değildir; evet korkutucu, caydırıcıdır ama mahkûmu topluma kazandırmayı değil ‘öç alma’yı amaçlar. Hugo, ıslah edici bir ceza sisteminden yanadır (s. 30).
Romanda eleştirilen bir başka konu, ceza ve infazın seyre açık olmasıdır. Bu, Foucault’nun da belirttiği gibi “cezayı karanlık bir şenlik”e, bedene yapılan infazı “seyirlik unsur”a çeviren (Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi, s. 9) bir anlayıştır. Bunda kuşkusuz ibret verme, korkutma ve caydırma amacı olmakla beraber, iktidarın gücünü gösterme, kanıtlama arzusu da vardır. Hugo da kürek mahkumlarının prangaya vurulma sahnesini (s. 81-89) ve idam mahkumunun infaz meydanına götürülmesini anlattığı bölümlerde, ‘infazın seyri ve teşhiri’ sorununa özellikle vurgu yapar. Forsalara pranga vurulma sahnesine gardiyanın ‘şenlik’ demesi, idam mahkumunun bu gösteriyi özel bir hücreden, locada oyun seyredermiş gibi hatta heyecan ve dikkatle izlemesi (s. 88), seyredenlerin neşeli çığlıkları, kürek mahkumlarını sahneye çıktığında alkışlamaları… Bu, Hugo’nun deyişiyle “Üç perdelik bir oyun!”dur (s. 87). Aynı seyir, idam mahkumunun naklinde ve infazında da karşımıza çıkar. Hele mahkûm arabaya binerken bir yaşlı kadının; “Bunu, forsa gösterilerinden daha çok seviyorum.” (s. 104) demesi, seyrin hazzını tüm dehşetiyle dile getirir. Asıl teşhir ve seyir sahnesi ise idamın yapılacağı Greve Meydanı’dır. Halk toplanmıştır, binlerce kafa, kalabalığın uğultusu, sahneye çıkarken “Çıkıyor! Hele şükür” (s. 146) diye bağıranlar, alkışlar, kahkahalar… Bütün bunlar, elbette bir kara mizahtır ama ceza ve infazın aynı zamanda teşhir ve seyirlik yönüne işaret eder.
Bu, başta da belirttiğimiz gibi bir idam mahkumunun iç dünyasına odaklanmış bir roman. Hugo, kahramanı vasıtasıyla ceza ve infaz sistemini; yargıçları, kraliyeti, infazın teşhirini, ölüm cezasını eleştiriyor. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var: Mahkûmun mağdur ettiği kişi ve çevresi! Aslında mahkûm da işlediği cinayetle, eleştirdiği idam cezasının aynı zamanda cellâdı değil mi?