Dr. İsmail Beşikçi hocanın hayatını evrelere ayırırken başkalarının onun hayatı ve eserlerine bakışından veya değerlendirmelerinden etkilenmedim. Bu sınıflandırma bana ait ve eleştiriye de katkıya da açıktır. Zira Beşikçi hocamdan öğrendiğim en önemli şeylerden biri de eleştiriye açık ve de saygılı olmaktır.
Önceki bölümde 1971 yılında Diyarbakır Askeri Cezaevine girdikten sonra, “Oradaki Kürt aydınlarından etkilendi ve Kürt ulusu gerçekliğinin farkına vardı. Kürt sorunu etrafındaki düşünceleri yerli yerine oturdu ve ondan önce yazdığı kitapları kendisi eleştirdi ve yeni oluşturduğu Bilim Yöntemi'yle yeni kitaplar yazdı" demiştim.
İşte gerek bu yeni bilinci kazanmasında ve gerekse ona göre davranmasında en etkili olan faktör, hapishane sürecinde 'Rizgarici'lerin cezaevinde oluşturduğu Ocak Komünü'ndeki insanlarla birlikte kalmasıdır.
Zaten dışarı çıkıp yeni Bilim Yöntemi'yle yeni kitaplar yazmaya başlaması da yine bu Rizgarici dostları ve onların oluşturduğu Komal Yayınevi ile birlikte oldu. Komal Yayınevi'nin çevresi Beşikçi'nin yeni yazdığı bu kitapları kitlelere ulaştırmada da çok etkili ve belirleyici de oldu.
Bu yeni çevresinin oluşturduğu olanaklarla Beşikçi yepyeni bir veçheyle konuya ilgi duyan çevrelerce bilinir oldu.
Beşikçi'nin 1987 yılındaki tahliyesinden sonra ise bambaşka bir çevresi oldu. Zira ülkenin üzerinden bir buldozer gibi geçen 12 Eylül, Rizgarici arkadaşlarını da ezmişti. Eski dostlarından birileri varsa da görünmüyorlardı. Geri kalanı ya hapishanelerdeydi ya da Avrupa'ya gitmişti.
Ayrıca, bilindiği gibi Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinin diğer bir ismi de Mülkiye'dir. Çünkü oranın mezunları devletin önemli mülki amirleri oluyorlardı. Sanırım bu okulun etkisi kısmen gevşemişse de hala devam etmektedir.
İşte bundan dolayı Beşikçi'nin bazı okul arkadaşları, sınıf arkadaşları ülkenin değişik vilayetlerinde vali, kaymakam veya bakanlıklarda önemli görevler yapıyorlardı. Bunların hiçbiri Beşikçi ile hiçbir şekilde anılmak bile istemiyorlardı.
Çok sonraları İsmail Beşikçi "Aykırı Mülkiyeli" başlığıyla Mülkiyedeki öğrenciliğini, oradaki çalışmalarını ve yine oradaki arkadaşları ile ilgili uzunca bir makale yazacaktı. (Yazı 2000 yılında yazılmış, 2005'te yeniden gözden geçirilmiş ve 2007 yılında İmge yayınevinden çıkan "Kentbilime Adanan Bir Yaşam; Ruşen Keleş" başlıklı kitapta yayınlanmıştır.)
Yukarıdaki makaleyi geliştiren ve yeni bilgiler de ekleyen Beşikçi Hoca, "Mülkiye ve Mülkiyelilik Üzerine Anılar, Düşünceler" adında uzunca bir başka makale de yazdı. (Mülkiye Dergisi 2009, Cilt 33, sayı; 265)
Bu iki uzun makalede Beşikçi Mülkiye'yi ve Mülkiye anlayışını, resmi ideolojiye olan sadakatini, üniversitenin; bilim yöntemi, bilimsel araştırma, ifade özgürlüğü ve özgür eleştiri gibi kavramlara karşı tutumunu eleştirerek adeta mahkum etti daha sonraları.
Ancak içine geri geldiği bu bunaltıcı ortam Beşikçi'nin radikalleşmesinde önemli bir faktör oldu. Elbette ki 6 yıllık son hapishane sürecini ve yaşadıklarını, beraber kaldığı insanları, duyduğu ve gördüğü işkenceleri de unutmadan...
Kızılderili Bilgenin söylediği gibi;
Bir insanın makosenlerini giyip, üç gün dolaşmadan karar vermeyin.
Gerek hapishanede yazmaya başladığı bu yeni döneminde Beşikçi'nin ilk olarak "Uluslararası Sömürge Kürdistan" adlı kitabı Belge Yayınlarından çıktı. Ardından peyderpey de 1980 öncesi yayınladığı veya yayınlayamadığı kitaplarını bu yıllarda yeniden yayınlattı.
Elbette mahkemeler boş durmadı ve davalar geldi. Her kitap için, her gazete yazısı için, her röportaj için ayrı ayrı mahkemeler açıldı ve Beşikçi fenomeni de Sarı Hoca fırtınası da bu yıllarda yeniden esmeye başladı.
1990 Mart ayında tutuklandı tekrar. Ama o yazmaya devam etti. Aynı yılın Ekim ayında tahliye edildi, ama mahkemeler devam ediyordu. İşte ben de tam bu mahkemelerden birine katılarak Beşikçi Hoca ile müşerref oldum.
Kitaplarını çok değerli bir insan hakları savunucusu ve gerçekten hakiki bir insan olan Ayşe Nur Zarakolu ve sevgili kocası değerli dostum Ragıb Ağabey yayınlıyorlardı. Ayşe Nur abla bir gün; Beşikçi ile beraber İstanbul DGM'de mahkemeleri olacağını, istersem benim de dinleyici olarak katılabileceğimi söylemişti.
Bu mahkemede yaşadıklarımı ve duygularımı geniş bir şekilde İsmail Beşikçi (Der. Barış Ünlü, Ozan Değer, İletişim yayınları,2011, İstanbul) adlı kitapta yazmıştım. İsteyen bu bölümü oradan okuyabilir.
Ayşe Nur Hanım, Lamia Çataloğlu'nun kızıydı. Lamia Çataloğlu ise Cemil Meriç'in uğruna "Jurnaller" yazdığı kendini sevgisine adadığı güzel kadın idi. Sanırım Cemil Meriç'in deyimiyle bu mevzuu da başka bir makaleye bırakacağım. Zira Ayşe ablayı böyle küçük bir paranteze sıkıştırmak büyük bir haksızlık olur. Ömür vefa ederse bu şekilde yazacağım biyografilere Ayşe ablayı da Ragıp abiyi de bilahare yazacağım.
91'in Mart'ında (Nurcuların deyimiyle tevafuka bak) tekrar tutuklandı. Bu yılın sonuna kadar üç kere tutuklanıp bırakıldı ve nihayet 93'te artık uzun süre kalacak şekilde tekrar tutuklandı ve 6 yıl gibi kısa sayılmayacak kadar bir süre cezaevinde kaldı.
İşte bu dönemde Beşikçi PKK'li tutsaklarla beraber kalıyor ve peş peşe yazıyor. Hiç durmadan yazıyor. Yemek yerken düşünüyor, sonra gidip yazıyor. Maltada volta atarken düşünüyor, sonra tekrar gidip yazıyor. Yorulmuyor. Gece uykusunda gelen her şeyi sabahın ilk voltasından sonra yazıyor. Yoruluyor, biraz kitap okuyor, tam o sırada aklına bir fikir geliyor tekrar yazıyor...
"Kirletilen Değerler; Demokrasi, Barış, Kardeşlik"; "Devlet ve Kürtler"; "Kendini Keşfeden Ulus Kürtler" vb. gibi bir kaç tane daha kitabı bu dönemde yazıyor.
Bu dönemde kitapları Yurt-Kitap Yayında çıkıyor. Yayınlanan her kitap acilen toplatılıyor. Mahkemeler açılıyor.Bu mahkemeler yayıncısı Ünsal Öztürk hakkında da açılıyor. O da tutuklanıyor. Yazar ve yayıncı birlikte mahkemelere katılıyor.
İsmail Beşikçi'nin mahkeme savunmasından bir kare / Fotoğraf: youtube - Ismail Beşikçi - Xopawitiş - Xweparastin - Savunma
Bu sefer Beşikçi mahkemelerde, kitaplarında yazdıklarını savcıların yüzüne haykırıyor. Onlar yeni mahkemeler açıyor, Beşikçi mahkemeyi mahkum ediyor, savunmalar kitaplaşıyor. "Hukuksuz Adalet" ile "Mahkemelerin Açtığı Yol" adlı kitaplar böyle çıkıyor.
Bu sefer mahkeme de yapılan savunmalara yeniden mahkeme açılıyor. Yeni yargılamalar oluyor, Beşikçi haykırıyor;
Kürtler vardır, ben onları gördüm.
Cezaevine geri geliyor, yeniden yazıyor, "Devlet terörü; Kirletilen kavramlar" vs. derken yeniden mahkeme açılıyor. Beşikçi yine haykırıyor. Mahkemeyi, savcıyı kalıptan kalıba sokuyor. Cezaevine geliyor, bu sefer "Kürt Aydını Üzerine Düşünceler"i yayınlanıyor.
Kürt aydınlarını şuursuzlukla, dillerine kültürlerine sahip çıkmamakla itham ediyor, savcılar bu sefer Kürt aydınlarını "çok sevdikleri" için Beşikçi hakkında yeniden dava açıyor. Beşikçi bu kez kitabını mahkemede savcıya ve hakime okuyor. Mahkeme 10 yıl 20 yıl 100 yıl ceza veriyor. Beşikçi gülüyor.
Mahkeme o güldü diye bu kez mahkemeye hakaretten yine mahkeme açıyor. Beşikçi gülmeye devam ediyor, bu kez para cezaları veriliyor. Beşikçinin hayatı boyunca hiç parası olmamış ki, niye kaygılansın. Zaten günde bir tane simit ile ihtiyacını karşılıyor. Umurunda mı mahkemenin milyarlarca cezası...
Kitap yazdı diye adam idam edilmez ya. Ne yapsa gücü Beşikçi'ye yetmiyor.
Bu kısa boylu, zayıf ve aheste aheste konuşan adam, savcıları da hakimleri de canından bezdiriyor ki artık onunla baş edemeyeceklerini anlıyorlar ve 1999'un sonuna doğru salıveriyorlar.
Sanırım Türk yargı ve ceza sisteminin Beşikçi'ye verdiği ceza bin yıldan fazlaydı. Para cezaları da eskinin milyarları, belki şimdinin de milyarları olabilir, ama orta dönemin trilyonlarıydı. Bu sisteme göre Beşikçi'ye Nuh'un ömrü ve Karun'un da hazineleri lazımdı ki, Türkiye mahkemelerine olan borcunu ödeyebilsin.
Bu kadar yazan ve mahkemelerde yazdıklarını savunan Beşikçi hoca, 1999 Şubat'ında Öcalan'ın İmralı süreciyle sustu. Bu sürece nasıl cevap vereceğini, vereceği cevabın nasıl bir etki veya tepki oluşturacağını kestiremeyen Beşikçi, kendini yaklaşık olarak 6 yıllık bir suskunluğa mahkum etti.
6 yıl boyunca Hoca, kendi 50 yıllık arşivini, kitaplarını, dergilerini ve gazetelerini ciltlemekle uğraştı.
Sonra bir gün.. Evet bir gün, tıpkı şok geçirdiğinden dolayı uzun süre konuşamayan bir insan gibi, yine sakin bir şekilde, bütün o "İmralı Süreci"ni olumsuz bulduğunu belirterek aştı.
Ukde gibi içine yerleşmiş olan ve nasıl tepki vereceğini kestiremeyen Beşikçi, tek bir kelimeyle o süreci "çürük" diye nitelendirerek aştı ve kurtuldu. Yeniden konuşmaya ve yazmaya başladı.
Bu süreci aşma Beşikçi'ye çok sağaltıcı bir etki yaptı. O güne kadar neredeyse hastalıklı denilecek kadar zayıf düşen Beşikçi hoca bir anda kendine geldi ve tekrar eski zamanların Sarı Hoca'sı oldu.
Elbette ki hem İmralı'dan hem de İmralı'ya yakın değişik çevrelerden bir çok olumsuz tepkiyle de karşılaştı. Başkasının ve yabancı bazı ülkelerin adamı olmakla suçlandı. Bir sürü başka olumsuzluklarla da itham edildi.
Ancak o söyleyeceğini söylemiş ve bir kez rahatlamıştı. Artık onu hiç kimse rahatsız edemezdi.
Ancak onu tanıyan ve hayatını kısmen de bilen bir insan olarak şunun altını çizerek söylüyorum ki; bu ülkede başkasının adamı olmayacak iki tane insan varsa bunların birincisi; Dr. İsmail Beşikçi'dir.
Ve işte yine tam o zamanlarda, İbrahim Gürbüz ve bazı arkadaşları İsmail Beşikçi Vakfı (İBV) çalışmalarına başladılar. Bu da İsmail Hoca'ya hayat iksiri gibi geldi. Artık yerinde duramaz oldu.
İsmail Beşikçi Vakfı Başkanı İbrahim Gürbüz / Fotoğraf: Agos
Zira İBV'nin kuruluşu ve Beşikçi'nin yıllar yılı dişiyle tırnağıyla oluşturduğu kütüphanesinin güvenilir ellerde ve ilgili insanların ulaşabileceği bir hale gelmesi onun hayatının yegane gayesiydi.
O güne kadar bir kısmı İskilip'teki baba evinde, bir kısmı başka yerlerdeki depolarda koliler halinde yığılı olan arşivi artık halkının hizmetine girecekti. Zaten ayrı yerlerde bulunan bu arşiv onun sırtına yüktü. Ne yapacağını bilmiyordu.
O hiç bir zaman, hiç kimseden kendisi için bir şey isteyen bir adam değildi. Günlerce aç bile kalsa, yine de kendine bir şey istemezdi.
Ben Ankara'ya sadece onu ziyarete gittiğimde bile "Hocam şurda beraber bir yemek yiyelim" dediğimde o hep "Gerek yok şuradan bir simit alalım, yiyelim" derdi. Bu nasıl benim zoruma giderdi, bir Allah bilir. Neyse anıları başka zamana bırakalım...
Ama İbrahim Gürbüz'ün İBV çalışmaları onu büyük bir yükün altından kalkmış gibi ihtiyar bir delikanlı haline getirdi. Bundan dolayı da ben ve diğer Beşikçi dostları İbrahim Gürbüz'e ne kadar minnet duysak azdır.
Zira o bize hocamızı yeniden hayata bağladı ve bu yeni hayat Beşikçi'ye gerçekten de yepyeni bir hayat oldu. Artık kabuğunu kırdı ve o güne kadar gezmediği, gitmediği gitmeyi aklından bile geçirmediği yerlere gitti, gezdi, konuşmalar yaptı ve konferanslar verdi.
1974 hapishane tahliyesinden sonra hiç uğramadığı Diyarbakır, Van, Mardin, Batman vb. şehirlere değişik vesilelerle geldi.
Yine o güne kadar gitmediği Erbil, Süleymaniye ve Duhok gibi Irak Kürdistan Bölgesi'nden tutun Avrupa'nın değişik ülkelerine de seyahatler yaptı. Rusya ve Amerika'ya da gitti.
Bütün bu olumlu süreci biz Beşikçi'nin dostları olarak İbrahim Gürbüz'e borçluyuz. Eğer onun olağanüstü emek ve çabası olmasaydı, muhtemelen böyle bir şeyi göremeyecektik.
Beşikçi hoca, yazmaya devam ediyor. Gezmeye de, konuşmaya da. Ancak Beşikçi nasıl ki yıllar yılı resmi ideolojiyi, devleti ve devletin kurumlarını eleştirdiyse, şimdi Kürtleri eleştiriyor.
Elbette olumlu eleştiriler bunlar. Kürt siyasal hareketlerinde oluşan resmi ideolojiyi eleştiriyor.
Kürt siyasal partilerini haklarına, dillerine ve kültürlerine sahip çıkmamakla eleştiriyor.
Halklarının ihtiyacına göre siyaset yapmadıklarını, onları başkasına özellikle Türk Solu'na hamallık yapmakla eleştiriyor.
Çünkü o bir özgürlükçü. O özgür eleştiriden yana tavrını koymuş bir entellektüel ve bilim adamı.
O bilime, adalete, hak ve hukuka ters olan her şeyi eleştirir.
Onun için fiilin kendisi önemlidir. Failin kim olduğu değil.
Stefan Zweig, Romain Rolland için "Avrupa'nın vicdanı" diyor, sanırım ben de Beşikçi Hoca için "Türkiye'nin vicdanı" desem yeridir...
Ona daha nice yıllar yazması ve bir hakikat söylevcisi olarak vazifesini ifa etmesini diliyorum...