Suavi Kemal Yazgıç Ümit Aktaş'ın Kitabevi adlı romanını analiz etti...
Mazi bizatihi taşıdığı lezzetten ziyade hatıralarımızda tekrar tekrar kurgulanarak yaşatıldığı için güzel görünür bize. Geçmişe lezzet katan asıl unsur yaşadıklarımız değil hatırladıklarımızdır. Bir yönüyle insanın fıtratının parçası olan nostalji bir yönüyle de modern tüketim toplumunun taleplerine cevap vererek güçlenmiştir. Zira geçmiş bir yüzleşme ve hesaplaşma aracı olmaktan çıkartılınca yani özneler susturulunca geriye üzerine fiyat etiketi yapıştırmaya uygun pek çok nesne kalır.
Neyse ki geçmişi nostaljiye alet etmeyen yazarlarımız da mevcut. Ümit Aktaş, bunlardan biri. Aktaş’ın kaleme aldığı Kitabevi, geçmişi nostalji tuzağına düşmeden kurgulayan bir yüzleşme romanı. Ümit Aktaş, şiirlerini de romanlarını da şuurla inşa ediyor. Şiirin bir duyarlık değil duygusallık ‘sanatı’ olduğunu zannedenler, şiir ile şuur kelimeleri arasındaki irtibatı kuramazlar. Halbuki duygusallık, öncelikle duyarlılığı kör ettiği için şiire düşmandır ve şiirden ziyade şiirselllik adı verilen ‘kötü şiir’ üretimine teşne müteşairlerin yapamadıklarını örtmek için kullandıkları bir bahanedir. Ümit Aktaş gerek şiirlerinde ve romanlarında gerekse de düzyazılarında kendi cümleleriyle, kendi şuuruyla, kendi hesaplaşmalarının, şuurunun imbiğinden geçenleri bizimle paylaşıyor. Hakan Arslanbenzer’in de işaret ettiği gibi: “Ümit Aktaş, manzum yazan bir düşünce adamı olarak okunmamalı. Şiir-düşünce ayrımı Aktaş’ın şiirleri için bir şey ifade etmiyor. Bunlar duygu-düşünce bütünlüğü peşinde şiirler olarak okunursa daha doğru olacaktır.” Arslanbenzer’in Ümit Aktaş’ın şiirleri için vurguladığı duygu-düşünce bütünlüğünün romanında da özenle korunduğunu söylemem gerek.
ÜZÜCÜ EMSALSİZLİK
Bir roman olarak Kitabevi’nde işlenen temalar, maalesef onu benzersiz kılıyor. Maalesef diyorum, çünkü bu temalarda şimdiye dek çok miktarda edebi eser kaleme alınmış olmalıydı. İslamcı mücadelenin bir dönem merkez üslerinden olan kitapevleri kitabın omurgasını oluşturuyor. İran Devrimi’nin Türkiye’deki İslamcılık üzerine etkilerini anlatan kaç kitabımız var ki zaten. (Elbette bu sayının sıfır olmadığının farkındayım. Peki sıfırdan fazla olması “yeterli” sıfatını kullanmamızı mümkün kılıyor mu?)
İLTİCA EDİLEN KİTABEVİ
Kitabevi, bir olgunlaşma hikâyesi olarak başlıyor. Kitabevleri ise bütün roman boyunca anlatılanların ana mekânı olarak yer alıyor. Hatta kitabevlerinin romanın ana kahramanı olduğunu söylemek bile fazla abartılı bir ifade olmaz gibi geliyor bana. Kitabevleri romanın ana karakteri için kâh bir yuva kâh bir sığınak oluyor.
Taşrada yaşadığı mahrumiyetler içinde kasabasındaki Kitabevi’ne adım atan delikanlının, babasının ekonomik ve sosyal konumu sebebiyle aşağılanmasıyla başlıyor roman. Kasabadaki kolektif otoriteye rağmen okumakla-kitabevleriyle bağı kopmuyor kahramanımızın. Bu bağı kuvvetli kılan iki sebep var. Kitaplar onun için hem tercih hem de bir mecburiyet. Kahramanımızın kendi iç dünyasını kitaplarla zenginleştirmeyi tercih etmesi yaşadığı dış dünyanın tekdüzeliği ve yoksulluğunun, varolan otorite örgüsünün dışına çıkabileceği tek imkân alanı olarak kitapları görmesinin büyük etkisi var. Kasabada, yatılı okulda, üniversitede ve sonrasındaki İslamcı mücadelede otorite ile arasına hep mesafe koyuyor kahramanımız.