Said Halim Paşa’nın Müslüman öznesinin, Prens’inin sosyalistlerin özne tasarımından çok ciddi farkları vardır demiştik. Her şeyden önce tarih anlayışı çok farklı. Müslümanlar ne kadar özne olsalar da toplumsal değişimin yasalarından muaf değiller. Yüzyıllardır maruz kaldıkları bazı zaaflar, buhranlar, saldırılar onları nihayetinde Allah’ın mutlak öznesi olduğu bir tarihe tabi kılıyor.
Bu hale nasıl gelmiş olduğumuzun mutlaka bir değerlendirmesi lazımdır ve bunu yaparken son derece gerçekçi, nesnel ve sağduyulu olmak mümkündür. Hatta ne kadar kötü olursa olsun mevcut durumdan çıkmak için de mutlaka bir yol vardır. Zira her zorlukla beraber bir kolaylık vardır ve bu, Müslüman öznenin kendi failliğini Mutlak İrade’nin varlığıyla tevhid ettiği müthiş bir ufuk ve motivasyon kaynağıdır.
Ancak bu failliğin nihayetinde sorumluluğu kendisine bahşedilmiş imkân ve sınırları kadardır. Tarihe dair ütopik bazı tarihsici tasarımlar yaparak bugün için imkansızı bir sorumluluk haline getirme kibrinden uzak durmak gerekiyor. Zira İslam’ın Zion’u yoktur, bilakis İslam bir hicret dinidir. Değiştirmek için önce insanın kendisinin değişmesi gerekiyor. Bulunduğumuz yerden inatla talep edeceğimiz değişimin nihayetinde kendi tarihsel durumumuzu veya kendi durumumuzdan neşet etmiş bir ütopik tasarımı mutlaklaştırıp onu bir Zion’a dönüştürme riski büyüktür. Müslümanlar akan tarihi tersine döndürecek bir Siyonizm peşinde değildirler. Siyonizmin bütün insanlık barışına karşı işleyen inatçı yanı zaten insanlık için hiçbir iyilik üretmeyen, aksine bütün insanlıktan intikam alma ve bütün insanları kendine hizmet ettirmekten başka bir sonucu yok.
Haddi zatında tarih geriye döndürülemez. Tarihin akışına karşı sergilenen inat aslında bütün insanlık barışına karşı işlenen ve sonucu bütün insanlar için siyasi ve toplumsal afetler getiren bir suçtur. Bununla elbette insanın tarihin akışına olduğu gibi teslim olması gerektiği anlamına gelmiyor.
Esasen Müslüman özne kendini tarihin akışından sorumlu görmek yerine verili tarih içinde kendisine düşen vazifeyi tespit edip halin ilmini edinip ona uygun sorumluluğunu idrak edip onu yerine getirmek durumundadır. Gerisi tarihin gerçek sahibi, tarihin bütününe vakıf olan tek varlık olan Allah’a kalmıştır.
Ütopyalar da siyonizmin çağdaş versiyonlarıdır. Aslında bu tam da Said Halim Paşa’nın ve onun üzerinden İslamcı Prensin bazı özelliklerini düşünmek için çok anlamlı bir başlangıç noktası olabilir.
Said Halim Paşa’nın söz konusu gerçekçiliği belki de üstlendiği yönetim sorumluluğundan kaynaklanıyordu, belki de bu gerçekçiliği yüklendiği yönetim sorumluluğunda kendisine ayrı bir meziyet katmıştır. Ama en önemlisi onun bir İslamcı olarak iktidar sorumluluğunu yüklenmek suretiyle kısa dönemliğine de olsa ortaya koyduğu performansın İslamcı düşünce ve siyaset için ayrı bir referans değeri oluşturabilmesidir.
Bu İslamcı siyasi pratikte bir mürüvvet yoktur. Yani bütün ideallerini, belki de ütopyasını, bir iktidar pratiğinde gerçekleştirerek, ideal bir İslami yönetim için bir model oluşturma yanı yoktur. Ama bu pratikle belki de İslamcı siyaset için böyle bir model oluşturma zorunluluğunun olup olmadığını sormak için anlamlı bir alan açmıştır Paşa.
Mürüvvet, tam da muradına ermiş bir hareketin anlatısından bize bir kerevet ihtimali doğuran mutlu sonudur. Oysa hayat bütün sorunlarıyla, mücadeleleriyle, dost ve düşmanın namütenahi kavgalarıyla devam edip gidiyor. Ne kimse muradına ermektedir ne kimse kerevetine çıkmaktadır.
Böyle bir hayatta iyilerle kötüler arasındaki çatışma her nesil için, hatta her neslin her anı için doğru rollerin oynanabilmesi için yeni sahneler açar.
Bir İslamcı prens olarak Said Halim Paşa’nın önüne çıkan sahnelerde çökmekte olan koca bir devletin sadrazamlık sorumluğu vardır. Yönettiği devlet, kimlik ve nitelik itibariyle bir İslam devletidir. Bir İslam devleti olarak elbette halklarının, İslam aleminin geri kalışından, teşhis ettiği buhranlarından siyasi açıdan da sorumlu ve bunun toparlanması için çareler aramak durumundadır. Bir de üstüne dünya dengelerinin yaşadığı büyük deprem, dünya savaşı ve bu savaşa girmek zorunda kalmış olmanın ağırlığı var.
Bir İslamcı prens olarak Paşa’nın ne nostaljiyle kaybedecek zamanı ne psikolojisini onunla avutup bozacak lüksü ne de geleceğe ham hayallerle kısır ütopyalar ekecek bir divaneliği var. Eli taşın altında bir İslamcı olarak üreteceği şey ancak halin ilmi olabilir ve bu da onu olabilecek en gerçekçi, en sosyolojik değerlendirmelere sevk ediyor.
Bu özelliği itibariyle İslamcılığı sadece muhalefete özgü bir ideoloji olarak görmeyi farz eden yaklaşımlara duruşuyla bir cevap oluşturuyor Paşa.
İslamcılığın binbir türlü hali olabilir. Yunus’un veya Nesimi’nin diliyle söylesek, Kâh iktidar olur insanlara adaletle hükmetmenin yoluna bakar, kâh iktidardayken daha gizli, derin iktidarlara muhalefet eder, bir dem kendine muhalefet eder, bir dem duruşuyla zalimlere meydan okur öfkelerini celbeder, mazlum olur, bir dem gelir dünyaya meydan okur dünyaya nizam verme iddiasında olur, kâh bütün dünyanın boş oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu görüp içine çekilir, ölmeden önce ölür, oruç, itikaf, inzivasıyla zühdün en derin hallerine kapılır. Tipik bir İslamcı olarak Said Halim Paşa’nın şahsında görülebilecek bu haller İslamcılığı tam da bu tartışmalar bağlamında yeniden düşünmek için iyi bir örnek oluşturabilir.
Zeytinburnu Belediyesi’nin iki günlük Said Halim Paşa Sempozyumu bütün katılımcılarıyla birlikte bütün bu konular üzerine düşünmek için iyi bir vesile, tam bir fikir şöleni gibi oldu. Belediyelerin kültürel faaliyetleri bir hayli boşlamış olduğu zamanlarda bile bu konuda ciddi bir fark ortaya koyan Başkan Ömer Arısoy’u ve sempozyumu adeta koparan değerli fikir ve eylem adamı Asım Öz’ü candan tebrik ediyorum.