Tarihin dönüm noktalarında ve fırtınalı hadiselerin orta yerinde yaşayan bazı şahsiyetler, üstlendikleri sorumluluklarla ve sağladıkları bağlantılarla, bazen şahsî kabiliyetlerinin çok ötesinde vazifeler ifade ederler. Ortadoğu yakın tarihinde, bu tanıma uyan kişilerden biri, Lübnanlı münevver, fikir ve siyaset adamı Emîr Şekîb Arslan’dı (1869-1946).
Geleneksel İslâm inancından uzakta, Dürzî bir ailede doğup büyüyen Emir Şekîb, ömrünün ilerleyen safhalarında Sünnî İslâm’ı benimsemiş, ardından bütün mesaisini Osmanlı İmparatorluğu’nu savunmaya harcayarak, emperyalist güçlerin Müslüman coğrafyayı işgaline karşı sarsılmaz bir tavır geliştirmişti. İmparatorluğun dağılmasının ardından bugünkü Suriye ve Lübnan toprakları Fransızlar tarafından manda yönetimi altına alınınca, mücadelesini Fransız karşıtlığı noktasında yoğunlaştıran Arslan, 9 Aralık 1946’da Beyrut’taki vefatına kadar çizgisinden hiç sapmadı. Ortadoğu coğrafyasının dört bir tarafının yanı sıra Avrupa’ya da seyahatler gerçekleştiren Emir Şekîb Arslan, kaleme aldığı kitap, makale ve mektuplarla, “İslâm birliği” idealinin en güçlü savunucularından biri olarak kayıtlara geçti.
Emîr Şekîb Arslan’ın iki kızından Mây, İsrail’in kuruluşunun ilânından yaklaşık iki hafta önce, 1 Mayıs 1948 günü, Lübnanlı Dürzîlerin önemli isimlerinden Kemâl Cumblat’la Cenevre’de dünya evine girdi. Emîr Şekîb’in görmeye ömrünün yetmediği bu merasimle, iki köklü ailenin evlatları böylece aynı çatı altında bir araya geliyor, adeta güçlerini birleştiriyordu.
Lübnan’ın Şûf bölgesinde, güçlü Dürzî klanı Cumblat’ların (Türkçe’deki “Canpolat”ın yerel dile uyum sağlayarak değişmiş hali) bir mensubu olarak 1917’de dünyaya gelen Kemal Cumblat, babası Fuâd Efendi’nin 1921’de bir suikasta kurban gitmesi sebebiyle küçük yaşta yetim kalmış, kız kardeşi Linda ile birlikte, kudretli bir kadın olan annesi Nazîre tarafından yetiştirilmişti. Fransa’da hukuk tahsil eden Kemal, 1939’da döndüğü Lübnan’da, evliliğine kadar hukukçu olarak çalışmış ve avukatlık yapmıştı. Bu süreçte, Lübnan Fransa’dan bağımsızlığına kavuşmuş (1943), ancak ülke yakın tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birine girmişti.
Hem babası hem de kayınpederi kanalıyla köklü bir siyasî ve fikrî altyapıyı tevarüs etmiş bulunan Kemal Cumblat, 7 Ağustos 1949’da dünyaya gelen tek oğlu Velîd’i de aynı şekilde yetiştirmişti. Sosyalist-sol çizgide bir düşünceye meyleden Kemal Cumblat, Arap milliyetçiliği üzerinden Filistin davasının keskin bir savunucusuydu. Mensup olduğu cemaatin etkisiyle her dönem milletvekili seçilen ve devlet idaresinde farklı görevler de alan Cumblat, özellikle 1960’ların ikinci yarısından itibaren, etnik ve mezhepsel yönden kaotik bir görünüm arz eden Lübnan’da, “yabancı etkisine ve düşman işgaline karşı mücadele” ideali etrafında bir araya gelen farklı kimlikten insanların üzerinde ittifak ettiği neredeyse tek isimdi.
1975’te patlak veren iç savaşta, Siyonistlerin müttefiki olan Lübnanlı Hristiyan Falanjistlere karşı ulusal cephenin kuruluşuna öncülük eden Kemal Cumblat, ertesi yıl Suriye ordusunun Lübnan’ı fiilen işgale başlamasıyla birlikte Baas rejiminin de karşısına dikildi. Beklenen akıbet, Cumblat’ın Şam’da bizzat Suriye Devlet Başkanı Hâfız Esed’le görüşerek kendisine itirazlarını sıralamasının ve Suriye ordusunun Lübnan’daki varlığına yönelik eleştirilerini dile getirmesinin hemen ardından geldi:
16 Mart 1977 günü, Kemal Cumblat, doğum yeri olan Şûf bölgesindeki Muhtâra kasabasında bulunan ikametgâhına giderken, arabasının içinde kurşunlanarak öldürüldü. Suikastın failleri hiçbir zaman belirlenemedi. Ama o tarihten günümüze, güçlü bir şekilde kulaktan kulağa yayılan bir fısıltı, Hâfız Esed’in kardeşi ve Beşşâr Esed’in amcası Rifat Esed’i işaret ediyor. Kemal Cumblat’ın yokluğunda Suriye’nin Lübnan’da ne kadar rahat hareket etiğini bilen herkes için, bu fısıltı, bir iddiadan çok daha fazlası anlamına geliyor.
Ölümünün 45’inci yıldönümünde Kemal Cumblat’ı bir kez daha hatırlarken, Ortadoğu’da kendi kimliğini ve şahsî kabiliyetlerinin çerçevesini aşarak olağanüstü roller üstlenmiş benzer karakterlerin giderek eksilmesinin, her ülkeyi aslında ne kadar kırılgan hale getirdiğinin de altını bir kez daha çizmek gerekiyor.
(Dün Suriye’nin Lübnan’ı işgal gerekçeleriyle, bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgali arasındaki çarpıcı benzerlikler de, müstakil bir yazı konusu olarak burada dursun.)