Sana, o meş’um vedanın sene-i devriyesine az kaldı. Kaleme veda edişimin de yıldönümü. Bazı zamanları yeniden yaşatmak için yazmak ister insan kimi zaman. Şimdilerde çok zor da olsa o gücü nihayet buldum kendimde. Kaçmak için, yazılanlarla ulaşmak için, yazılanlar arasında kalmış bir vaziyette kaleme bıraktım sözlerimi. Bu sefer her zamankinden farklı, son derece cesaretsiz, titrek bir eldir kalemi tutan.
‘Bir kız evladı için baba ne demektir’, bunu on iki yıllık anılarla anlatmak, hatta kırk yıllık anılarla ifade etmek elbette zor. Ömrün en güzel yıllarını hem de kırk beş yıl gibi bir zamanı babasıyla diz dize geçirmek nasıl ki bir kız evladı için çokta nasip olamayacak bir şeyse, onu tüm gerçekliğiyle ifade etmekte mümkün olamayacaktır. Babasına hayran her kız çocuğu gibi ben de, ilk konuşmaya başladığım zamanlarda, sorduklarında onunla evleneceğimi söylerdim. Yıllar yılı düşüncelerimizde, eylemlerimizde farklılıklar oluşsa da onu oturttuğum ‘kahramanlık’ tahtı hiç değişmemişti. Hangi hayır duanın karşılığıydı bilemem onunla ömrümce hep bir arada olmak.
Çevremizdekilerin yaygın tabiriyle ‘tatlı ve huysuz laz’ diye anılan bizim hırçın delikanlı tam da ‘huyunu almak’ ifadesinin yerini bulduğu, tarafımdan her şeyi oldukça sevimli gelen harika bir babaydı benim için. Herkese karşı farklı gelen bazı ‘zor’ tanımlı davranışları beni o boyutta üzmezdi. Her birinin gönlümde ayrı bir anlamı ve yeri vardı. Her biri bir delikanlılık işaretiydi bende. Haksızlığa asla gelemez, haksızlık yapan babası da olsa hakkından gelmek isterdi. Ömrü hep böyle geçti onun; eli yettiğine eliyle, dili yettiğine diliyle, ama mutlaka bir şekilde tepkisini ifade ederdi. Geçmişi konuştuğumuz ne çok kahve muhabbetlerimiz olurdu bizim. Her gün iş dönüşü ikindi vakitleri, o doyumsuz kahvelerimizi yudumlardık; tadı, telvesi, kahve kokusu, karışırdı baba kokusuna…yok ki böylesi…o gün bugün ikindi vakitleriyle kahveyi bir araya getirmem ben…hele de o kahve yanında ki lokumlar dişine yapışınca….alırdık, öfkeli, hırçın sözlerinden nasibimizi, hem lokumcu hem ben… anlayacağınız lokumun da, ikindi vaktinin de, kahvenin de sızısı kaldı be… şimdi bana deseniz ki ‘kahve kokusu nasıl’ diye, ‘karıştı babamın kokusuna’ derim be.
Biz babamla rolleri değiştirdik epey zaman; babam, kahramanım, evimizin kralı, öyle zamanlar oldu ki, annesi oldum onun. ‘Annemsin’ derdi. Olaylı olurdu kimi zaman her şeyimiz anne evlat gibi; yemeğe otururduk, beğenmezdi, burun kıvırırdı; iştahsız bir çocuk gibi söylenirdi. Evdeki herkese rağmen onun istedikleri pişirilirdi, ama gönlünce olmazdı. Her seferinde üzüldüğümü anlayınca ‘bana bakma sen, ben senin yemeğinden başkasını zaten yemem, ama lafımı da söyleyeceğim elbet’ der, anında gönlümü alırdı. Yemek sonralarında ‘illaki çay da vereceksin bize’ derdi. Çaylar içilirdi; bardağı özel, tabağı özel, kaşığı özel, içişi hepsinden özeldi be… ben doldurmadımsa bardağını hemen anlar, takılırdı; ‘hanımefendi kızmış bize’ diye gülerdi alaycı. Elleri titrerdi ve onu acizlik sayardı, hiç hoşlanmazdı üzerine dökmekten. Bunu bildiğimden bazen boşluğundan faydalanıp, kızmasına aldırmadan, ağzına götürürdüm çatalı. Tam döküldüğü sırada ikincisini yetiştirirken ‘hey ben seninn’ dediği anda devamını getirmesine fırsat vermeden ağzına yerleştirirdim lokmayı. Çaydan sonra televizyona dalardı, severdi izlemeyi son ses açtığı haberleri. Eğer biz onun izlediği programlara ilgisiz isek daha da çok açardı sesini. Kumanda hep elindeydi; o arada gözleri yumulurdu, ya gizlice alır sesini kısardım ya da kumanda aniden elinden düşerdi, uykusundan sıçrardı; yine her zaman olduğu gibi ‘hey ben seninn’ der, sonunu da getirirdi.
Babalar ve kızlar vardır, hikâyelere sığmazlar. Ben de kendimi öyle görüyorum, hikâye edemeyecek kadar çok anımız var bizim. Ne yana baksam izini görüyorum, sesini duyuyorum, kokusunu alıyorum. Günümüz tabiriyle elit bir bey, salon erkeği derler ya, tam da öyleydi babam. Modern hayata ayak uydurma noktasında, tüm işlevselliğe sahip yaşamıştı yıllarca. Bununla beraber düşünce dünyasında da hep aydınlık fikirler taşımıştı. Bunu ‘ileri gidiyoruz, geri değil’ ifadesiyle dile getirirdi sürekli. Uzun yıllar Hollanda’da yaşamış olmasının verdiği bir dışa dönüklükle kendi köklerinden getirdiklerini harmanlayarak, gelişmenin tüm aşamalarına açık olduğunu, fakat bunu kendi tanımıyla bütünleştirdiğini gösterirdi her daim. Modernizmin, ilerlemenin, medeniyetin tanımı bambaşkaydı babamda. O yaşına rağmen sınırları alabildiğince geniş bir hayal gücü, bu hayal gücünün de üstünde ciddi bir beyin jimnastiği, kıvrak bir zekâ ve onu aktif kılan estetik bir hareket kabiliyetine sahipti. Onda gençlik için model olabilecek büyük bir ufuk, dünyaya açılan geniş bir pencere, ciddi bir potansiyel vardı. Hayata dair yön verme kabiliyeti, her birimizin zaman zaman başvurduğu kaynak kitaplar ve öncü şahsiyetler kadar engindi.
Hayatıyla hayatımızın tam mihengiydi. Hiç yaşamın kıyısında olmadı; her ortamın baş aktörü olmayı birkaç cümle ve yorum ile başarırdı. Bugünü yorumlamak ve başarmak onun için bir başarı sayılmazdı, yarınları yorumlamak, yarına dair sözü olmaktı önemli olan onun için. Sanki yolun başında yaşama dair uzun uzun manifestolar yazmış gibiydi. ‘Ben size demiştim’ diyebileceği cümleleri vardı her daim olaylar karşısında. Büyük düşünceler taşırdı heybesinde, ufkunun pencerelerini hep aralık tutarak. Küçük düşüncelerin, küçük dünyaların ve heveslerin adamı olmadı hiç; ‘boğulursam bile açık denizlerde boğulmalıyım’ felsefesindeydi yaşamı. ‘Vermekte’ (cömertlik) hesapsızdı; hesap ederse vereceğine zarar gelir düşüncesindeydi. Bir ihtiyaç sahibiyle karşı karşıya geldiğinde, elini cebine atınca ne çıktığına bakmaz, olduğu gibi sunardı. Yıllardır ilgilendiğim yardımlaşma faaliyetlerinde en büyük yardımcımdı maddi manevi. Sormazdı kim bunlar, neciler, nereliler, nereye gidiyor bu paralar diye… fazlasıyla yerine geleceğine inanırdı yapılanların. Evimizi, soframızı paylaştığımızda son derece memnun olur, uzun uzun sohbetler ederdi. ‘Baba’ bir insandı, gölgesinde bir ordu barındıracak kadar geniş ve müşfik bir yüreğe sahip, kocaman bir çınardı o.
Babalar ve kızları arasındaki bağ, tılsımlı bir bağdır; kimse çözemez, benzeri de başka hiçbir yakınlıkta yoktur. Allah’ın güç, kudret ve merhamet eli her daim ikisinin de üzerindedir bir arada olduklarında. Küçükken kızının gülmesi babanın yüreğinde gül bahçesi olurken, büyüdüğünde baba güldükçe, kızı hayat saçar. Yaşamımla şahit oldum ki baba ne kadar hayattaysa kızı o kadar yaşam enerjisi sunar, bu da en emin kollara sahip olmak demektir. Kızlar babalarının gözlerinde hiç büyümezler, en narin çiçeğidir her kız babasının. Eğer siz babanızla yakınlığınızın nimetinden yeterince istifade etmişseniz, mutlaka aranızda kimsenin çözemediği özel bir dil vardır. Ve yaşamınızda ki erkek modeli aslında babanızın özelliklerini taşımaktadır. Ya da ondaki en sevimli özellik babanızın özelliğini hatırlatır. Zira kaya gibi sert görünümlü bir baba dahi, kızıyla oluşturduğu dil sayesinde onun yanındayken pamuğa döner. Bir kız için en önemli beğeni babasından gelen beğenidir, en çok onun iltifatları ayağını yerden keser. Pek tabiidir ki en çok babanın eleştirileri can yakar bir kız evladı için. Babam çok iltifat sevmezdi, dua alabilmek için çaba sarf ederdik; ‘siz layık olun, o zaten duadır’ derdi. Lakin arkamızdan çok hayır dua ve övgülerde bulunurdu. Mutluluk sebebimdi, başkalarından duyduğumda çocuk gibi sevinirdim. Dualar içinde onun duası, sevgiler içinde onun sevgisi, iltifatlar içinde onun iltifatı bambaşkaydı. Eksikliği başkasıyla giderilemez, boşluğu başkasıyla doldurulamazdı. Onun yanında, güzel bir iş yaptığımda kendimi Meryem gibi, kendisine bir yardımda bulunduğumda bir Fatıma gibi hissederdim. Bu his en büyük ödülüm olurdu.
SENİ ÇOK AMA ÇOK ÖZLÜYORUM.
Her gün büyüyor özlemimiz. Seni yoğun bakım penceresinde son gördüğümde içimden bir şey kopmuştu; elli günlük ızdırabının bittiğine dair ama benden de koparıldığına dair bir şey…Beraber olmanın acısının dahi güzel olduğunu hissettiren bişey…evden az uzaklaşsam, ‘Fatma nerde, telefonu getirin, arayayım’ demelerin, telefonum çaldığında ‘babacan’ ismin artık olmayacağı düşüncesi zordan da öte bişeydi. Çay bardakta yarım, kahve acımışta acımıştı…merdivenden seslenişin artık uzaklaşmış, televizyonun sesi kısılmış, dilimlediğim meyveler çatalımda susuz kalmış, tarağında üç dal saçın, sakalın, odandan hiç eksilmeyen kokun, duvarında asılı henüz giyemediğin pantolonun, asla vazgeçmediğin deri yeleğin, bastonunun sesi tık tık, banyo kapısının cızırtısı, hepsinden öte kulağımdan asla silinmeyecek, evi dolduran Kur’an okuma sesin… Tabutunda bir Hamza gibiydin baba sarıldığımda…En son ayrıldığımızda elimde elin, ‘elimi bırakma, güç alıyorum senden’ dediğinde ki gibi değil, dağ gibi, bir Hamza gibiydin baba. O zaman bile güç veriyor, ‘dünyayı bitirdim, yendim onu’ diyordun. Dünyaya hiç yenilmedin baba. Ben şahidim ve razıyım senden. Cenab- ı Hak’ ta razı olsun.
Çok az kız evladına nasip olacak kadar uzun yaşadım babamla, çok anı biriktirdim ben. Elbette böyle olunca çok büyük bir güç ve desteğimi kaybettim. Sadece bu düşünce bile insanın takatini kesiyor. Manevi varlığını ve her şeyime yetişen duasını her zaman hissetsem de fiziki varlığını yitirmiş olmak yalnızlaştırıyor insanı. ‘Yetimliğin yaşı yokmuş’ dedirtiyor ve güçsüz bırakıyor. Sevdiklerimizle buluşacağımıza dair duaya ve inanca daha güçlü sarılıyoruz. Mevla’mız dua kapılarımızı kapamasın. Ebedi hayatta buluştursun ve tüm yoksunluklarımıza kavuştursun. Mekânın cennet olsun babacığım, hep bizimlesin, Rabbimize emanetsin.