Bir 12 Eylül yazısı…

Ali Fikri Işık, 12 Eylül döneminde tutuklu kaldığı Diyarbakır zindanlarında, tutuklu kaldığı süre içerisinde sadece bir günlüğüne dahi olsa, kendi bedeni ve ruhu ile yaşadığı duyguları okuyucularıyla paylaşıyor.

Bir 12 Eylül yazısı…

Pazar öğleden sonrası…

27 Mayıs 1981.

Diyarbakır askeri cezaevinde bir görüşme günü.

180 tutuklu, 10'ar kişilik postalar halinde görüşmeye/görüşçülere çıkarılıyor. İlk posta için adım okunmuyor, derin bir nefes alıyorum. İkinci postada da yokum. Sevinçle karışık tuhaf duygular içindeyim. Üçüncü posta da bensiz gidiyor görüşme yerine.

Tedirginim,

Nefes alış verişim sıklaşıyor,

Korkuyorum.

Ve dördüncü posta, adım ilk sırada, korkunun yol açtığı ani bir negatif enerjinin baskınına uğruyorum. Ellerim ayaklarım titriyor. Önceden edinilmiş bir refleksle “Emret komutanım” diye bağırıyorum ve gösterilen yere hızla koşarak esas duruşta bekliyorum. Gerçeklikle bağım kopmuş. Kontrolden çıkan ve beni ele geçiren endişe, korku ve telaş, söz dinlemek niyetinde değil. Duyduğum sesler kesinlikle bir anlama sahip değil, anlamlı sözcükler olarak kulağıma ulaşmayı başaramıyorlar. Kendimle ilgiliyim ve belleğimde beni teskin edecek hiçbir sözcük yok. Sığınabileceğim, güç alabileceğim, toparlanmama vesile olabilecek her şey terk etmiş beni. Bomboşum, bir çuval gibi.

Ve ilk komut gecikmiyor: “Sıra düzeni al!” “İleri marş…”

33. Koğuş D Blok'un ikinci katındaydı. Sıra düzenini bozmadan ikinci katın merdivenlerinden aşağı indik. Ana koridorun hemen girişinde durdurulduk. Çift sıralı, sıra düzenimiz beşer kişiden oluşuyor.

İkinci komut “Komando marşına başla…”

Nizami, yetmiş santimlik kaz adımları ve sesimizin en gür tonuyla bir taraftan yürüyor öte taraftan komando marşını söylüyoruz.

Yüz metrelik geniş koridorun sonuna “kazasız belasız” vardığımızda komando marşı bitmiş, harbiye marşına yeni başlamıştık ki hem durduruluyor hem de susturuluyoruz.

Gergin ve belirsiz bekleyişimiz uzun sürmedi. Sağ baştan başlayarak tek tek görüşme kabinlerine tek komutla alınıyoruz.

Görüşme kabinlerinde bizi birer askeri gardiyan bekliyor. Tekmil verip, gösterilen yerde esas duruşumu bozmadan bekliyorum.

İlk soru geliyor:

“İslam’ın şartı kaçtır lan!” Yanıtlıyorum. Doğru yanıt vermemin bir anlamı yok. Ayak parmaklarımda bir acı hissediyorum, bir ayak, postalıyla parmaklarımı eziyor, korkudan bakamıyorum. Yüzüm tel kafese dönük. Midemin tam ortasını bir bıçak darbesi gibi yaran derin acı, askeri gardiyanın elinde tuttuğu cop darbesi olsa gerek. Sarsılıyorum. Düşmemeye gayret ederek ayakta duruyorum, postal hala ayaklarımı ezmeye devam ediyor. Tuhaf sorular ve hissettiğim acı biraz olsun kendime gelmemi sağlıyor ama hala kontrol dışıyım. Korkunun hükümranlığı saltanatını sürdürüyor.

Tel kafesin gerisinden babamın yüzünü seçiyorum. Gardiyanın öfkesi babama yöneliyor.

-Türkçe konuş!

Zavallı babam…

Sanırım göz bebekleri ilk kez bu kadar büyümek zorunda kalmıştı.

“Nasılsın oğlum” dedi.

Ben “İyiyim baba” diyemeden, bu küçük çekimsiz cümleyi kuramadan görüşme acı bir düdük sesiyle bitiriliyordu.

Koğuşa dönmek için çift sıralı, sıra düzeninde bekliyoruz. Her şey saniyelerle ölçülen zaman diliminde oldu ve bitti.

Sıradayız.

Komut bekliyoruz.

Görüş alanıma giren açıdan, görebildiklerim asker sayısının giderek çoğaldıydı. Ellerinde kalaslar. Demir çubuklar ve coplar vardı. En öndeki asker rütbesizdi. “Rahat… hazır ol!” komutundan sonra duyduğum tek ses “Dikkat komutan geride” ve herkesle birlikte bende sol ayağımın topuğu üstünden nizami bir dönüş yaparak emre uymuştum.

Ve sonrası…

Evet sonrası…

Bir kalas gibi yatay halde ayak parmaklarımı gördüm havada. Çenemin altına vurulan bir yumruk darbesiyle yerçekiminden kurtularak havada asılı kalmıştım.

Son gördüğüm buydu.

Son hissettiğim acı da.

Yere düşmüşüm.

Azgın, kudurmuş köpekler gibi saldırıyorlar, her tarafıma darbelerin indiğini seyrediyorum, dinginim. Zihnimi toparlıyorum. Tepkisiz öylesine. Korku terk etmiş bedenimi.

Sırtımda bir ağırlık var. Postallarıyla hem ensemi hem de belimi bastırıyor biri.

“Sürün” diyor, sürünüyorum.

Ağırlığımı ve kendini sürüklüyorum. Kafama coplar iniyor. Acıyı hissetmiyorum.

“Sürün” diyor, sürünüyorum.

“Sürünüyor” diyor birisi…

İkinci bir ağırlık hissediyorum, biri daha var sırtımda çünkü… Artık sürünemiyorum.

“Sürün” diyor, sürünemiyorum. Gücüm tükeniyor.

Belimden tekmeleniyorum. Yetmiyor kalaslanıyorum. Yetmiyor enseme demir çubuk indiriliyor.

Her şey karanlık. Kendime geldiğimde değişen şey ıslaklık. Su içindeyim. Bu ter olamaz.

Kafam zonkluyor. Elimle yokluyorum. Elime bir başka sıvı bulaşıyor. Kanıyorum.

“Kendine geldi” diyor bir ses.

Koridorun önemlice bir bölümünü geride bırakmışız ama hala sona uzağız. Bu kaldığımız yerden devam edeceğimiz anlamına geliyor. Herkes benden farksız değil. Belki de en şanslılardan biriyim. Henüz bir tarafımda kırık yok. Herkes ayıltılıyor. Tekrar ikişerli sıraya diziliyoruz.

-Rahat, hazır ol!

-Jandarma marşına başla!

Ve biz jandarma marşını söylüyoruz…