Beşiktaş veya deniz kenarındaki taştan yontulmuş beş iskele babasından dolayı hakîkî İstanbul söyleyişi ile "Beştaş" denilen tarihî semt, önce Dolmabahçe Sarayı sonra da Yıldız Sarayı sebebi ile yıllarca; veya daha doğru bir ifade ile bir asra yakın bir zaman İmparatorluğumuza merkezlik yapmış veya hükmetmiştir.
Kendileri aynı zamanda sayıları bugün hemen hemen kalmamış olan eski İstanbul beyefendilerinden biri olan bir İslâm âliminden bizzat evlerinde dinleme bahtiyarlığına kavuşmuştum. Bu mübarek zatın şöyle buyurduğunu aynen hatırlıyorum:
-Efendim, Beşiktaş semtindeki evlerde mutfak olmazdı; yani o evlerde yemek pişmezdi. Sarayda pişen yemek komşu hükmünde olan bu evlere de dağıtılırdı. İlim ve edeb, Saray´dan Beşiktaş´a; Beşiktaş´tan İstanbul´a, İstanbul´dan da bütün Anadolu´ya yayılırdı.
İşte bu Beşiktaş´ta Çırağan Sarayı duvarının bittiği ve muhteşem çınarların gölgelerinden kurtulduğumuz veya mahrum kaldığımız noktada yüzümüzü Ortaköy istikametinden alıp sola döndüğümüzde dik yukarı hafif kıvrım yaparak uzanan bir yolun bize bakan sakin ve çekici varlığını fark ederiz. Yolları bir tarafa kaldırımları bile asfaltın katranî rengine boyanan İstanbul´da yakasını sevimsiz kokulu asfalt makinelerinden kurtarabilmiş nadir taş yollardan biri olan bu yokuş, sizi sanki bir başka âleme, saatlerin sustuğu, ihtirasların arkada kaldığı hasretinde olduğumuz huzurlu ve uhrevî dünyaya dâvet eder. Kendinizi trafiğin canavar bakışlı otomobillerinden kollayarak caddenin öte yakasındaki bu yokuşta mecburen hafif öne doğru eğilerek yürümeye başladığımızda bilin ki Beşiktaşlı Yahya Efendi Dergâhı´na gidiyorsunuz. Bu mezarlık, dergâh ve cami, en önce görülmeye değer İstanbul güzelliklerinden biri. Tarihî mezar taşları ve ulu ulu ağaçları ile Boğaz´a hâkim bir yamaca kurulu bu mezarlık size ne unutulmaz şeyler söyler bir bilseniz. Burada kelimeler tükenir; kalb devreye girer ve bir sohbetin unutulmaz hazzını duyarsınız. Oradan Boğaz´a bakmaksa apayrı bir zevk. İstanbul´un bu müstesna köşesinden Boğaz´ın sakin sularını seyreden biri kendini bu ihtişamı ilk keşfeden insan sayabilir. Zira o büyük zatın ve orada yatan nice salih ve saliha mü´minin ruhaniyeti taşa, toprağa, ağaca, çiçeğe sinmiş gibidir. İnsana öyle gelir ki Hızır aleyhisselamla Beşiktaşlı Yahya Efendi, hâlâ şu heybetli ve yorgun ağacın altında sohbet etmektedirler.
?Beşiktaşî? ve ?Molla Şehzade? lakaplı Yahya Efendi, Şamlı Ömer Efendi´nin oğlu. Aslen bereketli Anadolu beldesi Amasya´dan. Padişahlık günlerinde "Kanuni" denecek olan Şehzade Süleyman gibi o da Trabzon´da ve Şehzade Süleyman ile birlikte aynı hafta dünyaya gelmiş. Tarih: Hicri takvimle 900, miladi takvimle 1494. Ancak şehzade Süleyman´ın annesi Aişe Hafsa Sultan´ın sütü kesildiğinden küçük Süleyman´ı küçük Yahya´nın annesi emzirir. Böylece ileride biri cihan, biri gönül padişahı olacak olan bu iki insan, süt kardeşi olurlar.
Avrupa´nın Kanunî unvanının yanına bir de ?Muhteşem? lakabını yakıştırdığı Selim Han oğlu Süleyman Han, şimdi cihanın merkez noktası ve bütün dünyanın kararlarını dikkat, bazen hürmet ve bazen da ürpererek takip ettiği; sadeliğin en ihtişamlı binası olan Topkapı Sarayı´nda hükümdardır. Ve şimdi Osmanlı´nın İmparatorluk/kıtalararası devlet çapına vardığından bugüne seleflerinde olduğu gibi Hakan´ül Berreyn/Karaların Hakanı ve Sultan´ül Bahreyn/Denizlerin sultanıdır. Ve yine Devleti Aliyye/Yüce Devlet´in başındaki bu insan, babası Yavuz´dan beri Halife-i Müslimin/Müslümanların Halifesi ve Türklerin Hakanı´dır.
Şehzade Süleyman, Trabzon´dan başlayarak kademe kademe devlet umuru için hazırlandığı gibi, süt kardeşi Yahya Efendi de ilimde yetişti. Daha kendini bildiği yaşlardan başlayarak riyazet ve mücahede ile nefsine muhalefet etti; yani nefsinin istediklerini değil, istemediklerini yaptı. Büyük âlim Zenbilli Ali Efendi´nin sohbetlerine devam etti. Ve Zenbilli´nin dünyasını değiştirmesinden sonra müderris oldu. Zenbilli Ali Efendi´nin sohbetlerinde yetiştiği gibi vefat etmiş bir büyük zatın ruhaniyetinden istifade ile tasavvufta Üveysi´lik makamına da yükseldi. Devlet hayatındaki müderrislik hizmeti dolunca da inzivaya çekildi; zamanını tamamen ibadet ve insanlara hizmet için harcamaya başladı.
Yahya Efendi, süt kardeşi Kanuni Süleyman´ın hediyesi olan ve bugün medfun olduğu dergâhında talebe; boş zamanlarında ise türlü çeşitli meyveler yetiştirmekte, insanların istifadesi için de evler kurmaktadır. Duası makbul bir büyük zat olduğu artık herkesçe malumdur. Kanunî ise Topkapı Sarayı´ndadır. Devlet, kıtalara kol atmıştır. Devlet zirvededir. Cihan, Devleti Aliyye´nin önünde eğilmektedir. Ama Muhteşem Süleyman´ın kimsenin farkında olmadığı sıkıntıları vardır. Belki de imparatorluğun kemal noktasında gördüğü ve zevalin ilk işaretlerini veren bu sıkıntılar O´na uykusuz geceler geçirtmekte; ve belki de ortalıktan el ayak çekildikten sonra o iki has adamı ile Topkapı´nın en güzel sofasından Boğaz´a, Üsküdar´a Çamlıca Tepesi´ne, Beşiktaş istikametine bakarak kimseye açamadığı endişelerini yaşamaktadır. Kim bilir belki de Yahya Efendi´ye gönderdiği mektup böyle gecelerden birinde Beşiktaş´a doğru dalgın ama kudretle bakarken zihninde birden çakan bir fikrin mahsulü olmuş ve ihtimaldir ki içinden kendi kendine "hayret şimdiye kadar neden düşünemedim" diye hayıflanmıştır. İşte böyle bir günün sabahı olmalı. Sultan, biraderi Yahya Efendi´ye bir Hatt-ı Hümayun gönderir. Padişah mektubunu saray erkânına göre alan memur, O´nu Beşiktaş´a gelerek Şeyh hazretlerine dergâh usulünce takdim eder. Hatt-ı Hümayunu açan gönüller sultanı, Kanuni´nin şu sualini görür:
-Ağabey! Sen ilahi sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının akıbetinin ne olacağını haber ver. Yoksa nesli kesilip yok mu olacak; yok olacaksa bu hangi sebeptendir?
Efendi Hazretleri, satırlara göz gezdirdikten sonra hiçbir şey demeden kamış kalemini mürekkebe batırarak Hattın altına bir yazı düşer ve tekrar katlayarak selâm ve hayır duası ile birlikte aynı ulakla yazıyı iade eder?
Kanuni, merakla Hattı açar; sualinin altında iki kelimelik bir cevab vardır
-Kardeşim neme gerek!
Sultan, hayretler içinde kalmıştır. Nasıl olur da üstelik kendine kardeş olan bir büyük zat, hem Devleti Aliyye-i Osmaniye-i Muhammediye´nin istikbali ile alâkalı bir suale ?bana ne? mânâsına gelen bir cevap verir?
Kanunî kimseye bir şey belli etmez. Hattı Hümayunu usulca katlayıp bir müddet elinde tuttuktan sonra irade-i şahanesini beyan eyler:
-Kayık hazırlansın. Biraderim hazretlerine bizzat gideceğim.
Saltanat kayığı ile Beşiktaş´a gelen Cihan Hakanı, işte bugünkü taşlı yokuşu çıkıp huzura geldiğinde genç bir mürid kadar heyecanlıdır. Büyük Hükümdarı bahçe kapısında kucaklayarak karşılayan Yahya Efendi, içeri geçtiklerinde kardeşine yer gösterir. Hâl-hatırdan sonra Kanunî sorar:
-Ağabey, ne olur hakikati gizlemeyip sualime cevap veriniz. Bizim de ona göre alacağımız tedbirler olacaktır.
Yahya Efendi´nin tebessüm ederek verdiği cevap koca Sultanı şaşırtır.
-Biz, cevap verdik. Bunu anlayamamana şaşarız.
Kanunî, ancak;
-Nasıl? diyebilir.
Şimdi Yahya Efendi talebesine ders veren bir müderris gibidir:
-Bir devlette zulüm ve haksızlık yayılsa bunu işitenler de ?aman neme gerek? dese ve mâni olmasalar; bir koyunu kurt değil de çoban yese bunu bilenler hakikati söylemeseler; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryadı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazinelerin boşalır. Askerin itaat etmez ve yolundan gitmez olur. Şayet bunlar zuhur ederse işte o zaman yok olmak mukadderdir...
Büyüklerin sözleri som altından kıymetlidir ve bütün zamanlar için muteberdir. Bu realiteden haberdar olmamız lâzım. Aksi takdirde güncelin aldatıcı masalları ile yolumuzu şaşırırız. Bugün insanın olanca çağdaşlığına mukabil ?neme gerek?cilik zirve noktadadır.