Bilinç ve Onur Yoksulluğu

Atasoy Müftüoğlu, islamianaliz.com’da “Bilinç ve Onur Yoksulluğu” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Bilinç ve Onur Yoksulluğu

İslam dünyası toplumları; kendilerini, toplumsal/siyasal edilgenliğe mahkûm eden nedenlerle ilgili çözümlemeler, analitik sorgulamalar yapmadıkları/yapamadıkları için, özgürlük kaygıları taşımıyor, özgürlüğün ya da özgürlüksüzlüğün nasıl bir şey olduğunu bilmiyor. Konformist kültürler/gelenekler, tekdüzelik üreten toplumlar oluşturuyor. Tekdüzeliğe mahkûm olan kitle toplumları, yalnızca ekonomik kaygılar taşıyor. Tekdüzeliği hayat tarzı haline getiren kitle toplumları; resmi din, resmi devlet, resmi düşünürlerle büyülendikleri için; evrensel İslami ufka/bilince/mücadeleye/gündeme/dayanışmaya hiçbir şekilde değer vermiyor, ihtiyaç duymuyor. Bütün resmi kısıtlamalar/baskılar/yönlendirmeler sebebiyle de, İslami bilincin, evrensel insanlık bilincinin kalbinde ve vicdanında yer alamıyor.

İslami bütünü/bütünlüğü temsil/tecrübe yeteneğine sahip olmayan yerli-milli, taşralı parçalar; bu parçalar tarafından türetilen düşünce/kültür/ilahiyat hayatı, resmi klişeleri, kalıpları, yorumları ve resmi kutsalları sorgulama yeteneğine sahip değiller. İslamın ideolojik nesne muamelesine tabi tutulduğu/tutulabildiği bir dünyada; din’i hayat, din’i kurumlar, din’i okullar/üniversiteler, din’i cemaatler/vakıflar/tarikatlar vb. bu durumun, İslami varoluş ve mevcudiyet bilincini ne kadar rencide ettiğini, ne kadar tahkir ve tezyif ettiğini fark etmediği için, ideolojik nesne konumunu aşmak üzere hiçbir alanda hiçbir irade/eleştiri ortaya koyamıyor.

İslami bütünün/bütünlüğün ontolojik ve epistemolojik özgürlüğünü hiçbir şekilde gündemine alamayan din’i hayat/kurumlar/okullar/üniversiteler/cemaatler/vakıflar/tarikatlar, “başörtüsü” konusunda sürdürülegelen tartışmalarda da görülebileceği üzere, din’in, İslamın, yalnızca tek rüknünün özgürlüğü konusunu gündemine alabiliyor. İslam toplumlarını edilgenliğe/tekdüzeliğe mahkûm eden nedenler üzerinde düşünmeye/araştırmaya/tefekküre ihtiyaç duymayan İslam toplumları; Türkiye ve Suriye’de yaşanan, yıkıcı ve yakıcı etkileri onyıllarca sürecek, Türkiye ve Suriye halklarını çok boyutlu bir trajediye mahkûm eden yüzyılın en büyük depremi ile ilgili olarak, bu depremlerin siyasal/kültürel sorumsuzluk, basiretsizlik, yetersizlik, keyfilik, açgözlülük, liyakatsizlik ve kayıtsızlıktan kaynaklanan çok büyük bir insanlık suçu olduğunu kabul etmek, itiraf etmek yerine, bu ağır insanlık suçunu kaderci bir zihniyetle, kaderci bir yaklaşımla örtbas etmeye çalışıyor. İslam toplumlarında, politik ihtiyaçlar ve çıkarlar doğrultusunda icat edilen yerli-milli dindarlıklar sistematik bir biçimde yanlış yönlendirilebiliyor. İslami önceliklere yabancılaşan yerli-milli dindarlıklar, partizan öncelikler üzerine yoğunlaşıyor. Partizan öncelikler çok kaba bir dil’le, çok kaba ve müstehcen bir söylemle sürekli olarak ötekilik üretiyor. Bu dil ve söylem, öteki’nin varoluşuna değer vermediği gibi, öteki’ni hayattan mahrum etmeye çalışıyor. Güç ve nüfuz konumlarını ele geçirenler, grup bilincini/bencilliğini ve ayrıcalıklarını tahkim etmeye çalışıyor. Ötekilik üreten partizan öncelikle hiçbir düşünsel/kültürel/entelektüel niteliğe ihtiyaç duymadıkları için bugün, toplumlarımızda kamusal etki üreten hiçbir entelektüel İslami ekol/akım/hareket yok.

Romantik ve nostaljik “şanlı tarih” söylemiyle engellendikleri için, evrensel ve eleştirel bir tarih bilincine sahip olamayan İslam toplumları, kendilerini toplumsal edilgenliğe mahkûm eden nedenleri hiçbir zaman bulamazlar. İslam toplumları kendilerini tarihsel edilgenliklere mahkûm eden nedenleri tartışmadıkları için, emperyalizm/sömürgecilik/ırkçılık üreten bir medeniyetin de nasıl bir medeniyet olduğunu tartışmadılar. Medeniyetleri birbirlerinden yalıtılmış olarak homojen gerçekler olarak tanımlamaya ve tahkim etmeye çalışmak, yeni ırkçılıklar üretmeye/icat etmeye çalışmak demektir. Tüm insanlığın, insanlığını temsil etmesi gereken medeniyetler, birbirlerinden yalıtıldıklarında barbarlıklara dönüşürler. Medeniyetler arası alışverişi çoğaltmak yerine, medeniyetleri çatıştırmaya çalışmak, medeniyeti herhangi bir ırkın tekeline almaya çalışmak demektir.

İslam toplumları, resmi din, resmi tarih, resmi geçmiş, resmi devlet kültürlerinin sınırları içerisine kapatıldıkları için, Müslümanlar, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, bugün evrensel insanın/vicdanın, yirmibirinci yüzyıl insanının duyabileceği, etkilenebileceği, ilgilenebileceği, kabul edebileceği, takdir edebileceği İslami bir dil/bilinç/kültür ve bilgelik üretemiyor. Bu nedenledir ki, bugün, toplumlarımızda dil/bilgi/kültür/bilgelik/bilinç korkunç bir şekilde taşralılaştırılıyor. Yerelliğe, taşralılığa, edilgenliğe mahkûmiyeti, bir kader olarak yorumlayan konformist din algısı, bugün, dijital sömürgeciliğe, dijital oryantalizme hiçbir şekilde cevap veremiyor.

Taşralı muhafazakarlıklar, seküler putperestliklerde bile eşi ve benzeri görülmeyen utanç verici putperestlik biçimleri üretebiliyor. İslam toplumları, İslami düşünce/kültür/ilahiyat hayatı, İslam toplumlarını edilgenliğe mahkûm eden nedenleri bulamadıkları için, bulmaya çalışmadıkları için, İslami dünya görüşünün, hayat tarzının, siyaset tarzının evrenselliğinin tarihten nasıl dışlandığını, nasıl yerelleştiğini, nasıl taşralılaştırıldığını da sorgulamayı düşünmüyor. Bu yerellikler, taşralılıklar, bugün, maalesef felç edici bencillikler, felç edici parçalanmalar, felç edici ayrımcılıklar ve karşıtlıklar üretiyor. Bu parçalanmalar, ayrımcılıklar ve karşıtlıklardan, gerçek İslami idealleri/tasavvur ve tahayyülleri temsil edebilecek, gerçeğe dönüştürebilecek bir bilinç ve sorumluluk çıkmayacağını bilmek gerekir. İslam toplumlarında, Türkiye’de de somut olarak yaşanıldığı üzere, her şeyin, din’in, düşüncenin, tarihin, kültürün siyasal propagandanın hizmetine girmesi; bilincimizi, kalbimizi ve vicdanımızı kısırlaştırıyor. Bilincimiz, kalbimiz ve vicdanımız kısırlaştırıldığı için, taşralılığın, kabileciliğin, hizipçiliğin hapishanesinden kaçamıyoruz, kaçmayı düşünmüyoruz.

Edilgenliğe mahkûm edilen toplumlarda, düşüncesizleştirilen kitleler, propaganda nesnesi haline getirildikleri için, hiçbir zaman doğru tercihlerde bulunamıyor, doğru ilişkiler geliştiremiyor, bağımsız-etkin yeni bir süreç başlatamıyor. Bu tür toplumlarda bütün iktidar ve çıkar mücadeleleri, dokunaklı ahlak ve dava masallarıyla, kişiye özel olarak üretilen menkıbelerle örtbas edilebiliyor. Günümüz dünyasında, içerisinde yaşadığımız toplumda da, aziz İslamın karşı karşıya bulunduğu en büyük tehdit, hiçbir entelektüel nitelik/derinlik/incelik/bilgelik/terbiye/edep içermeyen politik propagandanın araçsal bir parçasına dönüştürülebilmiş olmasıdır. Günümüzde, muhafazakar/dindar kesimler, politik propaganda-manipülasyon etkinliklerinin, İslami etkinlik olduğunu düşünüyor. Toplumlarımızın, halklarımızın, güncel politik popülist propaganda gündemi doğrultusunda sürükleniyor oluşu, toplumlarımızın temel-varoluşsal gündemden bütünüyle uzaklaştıklarını gösterir.

İslam imparatorlukları, tarih boyunca, kültürel ve etnik çoğulculukları temsil ve tecrübe etti. İslam dünyasında ulus-devlet mutlakıyetçilikleri, İslamın bu aziz mirasını reddettiler. Türkiye, bu bağlamda, bir dönem seküler/sol aşırılıklarla bütünleşerek; içerisinde bulunduğumuz dönemde de, sağ/muhafazakar/milliyetçi/din’dar aşırılıklarla bütünleşerek, kültürel ve etnik çoğulculuklarla savaşıyor. Muhafazakar/milliyetçi/din’dar aşırılıklar, kültürel anlamda ötekileştirilenlerin, etnik anlamda ötekileştirilenlerin iyilik yapmalarına bile tahammül edemiyor. Bu durum, bir toplumun ahlaki bir tükeniş içerisinde bulunduğunu gösterir. Hangi bağlamda/anlamda olursa olsun, propaganda nesnesi haline dönüştürülen topluluklarla, hiçbir şekilde gerçek bir toplum, ahlaki bir bütünlük, gerçek bir mücadele oluşturulamaz. Öteki’nin hassasiyetlerini tahkir eden bir zihniyet barbarlıktan ibarettir. Bir toplumu, tanınmayı hak edenler ve tanınmayı hak etmeyenler olarak kategorize etmek, insanlık dışı bir toplum oluşturmaya çalışmak demektir. Sözünü ettiğimiz akılsız, düşüncesiz ve vicdansız aşırılıklar, bir arada varoluşun erdeminin, bilgeliğinin nasıl bir şey olduğunu, erdemin ve bilgeliğin nasıl bir şey olduğunu bilmiyor. Koşulları içselleştirerek, koşullarla bütünleşen unsurlar, hangi ideolojik eğilimi, hangi geleneksel-muhafazakar eğilimi temsil ediyor olurlarsa olsunlar, yeni bir varoluş ve düşünce tarzı, yeni bir toplum oluşturamazlar, bağımsız, güçlü, etkili, eleştirel varoluşlar, kadrolar, zihinler üretemezler. Kültürel ve etnik ayrılıkçılıklar, toplumsal dayanışmayı imkansız kılan patolojik bir zihniyeti sıradanlaştırır.

Günümüz dünyasında, İslam toplumları, İslami bütünün sorumlu ve üretken bir parçası olmaktan vazgeçerek, İslamı yerel bir parçaya, milli bir parçaya, mezhepçi bir parçaya dönüştüren taşralılıkları seçiyor, bu taşralılıklarla iftihar ediyor. Her taşralılık, bilinen, alışılagelen yüzeysel katı kalıpların büyük bir asabiyetle korunması anlamına geliyor. Kültürel ve etnik farklı’yı ötekileştiren, ahlaki körlüğün, hiçbir şekilde İslami gerekçeleri/dayanakları olamaz. İnsani niteliklerden, erdemlerden, bilgeliklerden yoksun bir İslamilik düşünülemez. Bir arada varoluşu imkansız kılacak karşıtlıklar üreten partizanlıkların, politik bencilliklerin, kibrin ve narsisizmin insanlıkdışı bir iklim oluşturduğunu görmek/anlamak gerekir. Daha çok insanlık, daha çok adalet, daha çok hakkaniyet, daha çok diğerkâmlık yaklaşımını barbarca yıkarak, propaganda dindarlıklarını, propaganda iyiliklerini, partizan “iyilikleri” normalleştirmeye çalışmak tektip bir toplum için çalışmak demektir.

Yakın geçmişte, ideolojik meydan okumalara maruz kalan İslami kesimler, bugün bu meydan okumalara çok daha şiddetli bir şekilde popülist meydan okumalarla cevap vermeye çalışarak keskin karşıtlıklar oluşturmaya çalışıyor. Bu karşıtlıklar, muhalif ve eleştirel kesimleri siyasal etkileşimden dışlamayı amaçlıyor. Muhalif ve eleştirel kesimleri tahkir edici bir dil’le baskılamaya çalışmak, bu kesimlere zulmetmeye çalışmaktan farksızdır. Kendi kendilerini dokunulmaz-istisnai-üstün özne olarak konumlandırarak, aşırı narsist, megaloman tezahürler sergileyen, kendi tercihlerini ve kendi doğrularını putlaştıranlar, hiçbir durumda mahcup olmazlar, hiçbir durumda utanmazlar, haya etmezler, özür dilemezler ve gerçeği kabul etmezler.

Ontolojik ve epistemolojik emperyalizm tarafından ebedi öteki haline getirilen, ideolojik nesne muamelesine tabi tutulan İslam toplumlarının bu konumu acilen reddederek, ontolojik ve epistemolojik emperyalizme meydan okuyarak, İslami ontolojiyi ve epistemolojiyi hayata geçirmek üzere, İslami özgürlüğü seçmek yerine; kendi içlerinde kültürel ve etnik ötekiler, politik ötekiler oluşturmaya, taşralılıkları, kabilecilikleri ve hizipçilikleri meşrulaştırmaya çalışmalarının İslami bir açıklaması yoktur. Ontolojik ve epistemolojik emperyalizmle hesaplaşma ihtiyacı duymamak, nihai yenilgiyi kabul etmek demektir. Yenilgi psikolojisini aşmak, ancak, entelektüel bir devrim’le mümkün olabilir. Konformist bir kültürün ve konformist bir din algısının belirleyici olduğu, politik mülahazalarla, çıkar mülahazalarıyla keyfi ötekilikler icat eden bir toplumda, entelektüel bir devrim olamaz.

Müslüman halkların/toplulukların, hayata, olaylara, kuşatıcı-kapsayıcı bir tarih bilinciyle, eleştirel bir politik duruş’la, ahlaki bir duruş’la bakmaları gerekir. “Şanlı tarih” retoriğinin bir propaganda klişesi olarak ısrarla gündemde tutulması, bu retoriği gündemde tutanların tarih bilincinden bütünüyle yoksun olduklarını gösterir. Eleştirel bir tarih bilinci oluşturulmaksızın yeni bir gelecekten söz edemeyiz. Propaganda nesnesi haline dönüştürülen toplumlar gerçeği bütün boyutlarıyla anlayamaz ve göremezler. Tektipleşme, hiçbir özgünlüğe, hiçbir farklılığa geçit vermez. Gerçek bir özgürlük, gerçek bir bağımsızlık çok ağır bedeller karşılığında kazanılabilir. Evrensel zihinlere, evrensel vizyonu-ufku-misyonu olan entelektüel kadrolara sahip olmayan toplumlar; ayrıntılarla, yüzeylerle, hurafeci mutlakıyetçiliklerle, popülizmlerle oyalanır, İslami bütünlüğü temsil eden büyük düşüncelere, büyük ideallere, büyük sorumluluklara, büyük meselelere ve mücadelelere yabancılaşır. Gelenek ve konformizm sabit-değişmeyen-yoruma kapalı, taşralı bir sistem oluşturduğu için, bugün, İslam toplumları-kültürleri hayati sorunlarla karşı karşıya bulundukları halde, bu sorunlarla yüzleşme bir yana, hiçbir sorun yokmuş gibi hareket edebiliyor. Küçük politik hesaplar, büyük meselelerle ilgili, varoluşsal meselelerle ilgili büyük bir idrak ve bilinç körlüğü oluşturuyor. Günümüz İslam toplumları, ilgili toplumlara hakim olan yönetimler tarafından, propagandayı gerçeklikten ayırt edemeyecek ölçüde düşüncesizleştirildikleri için, uydurulan, manipüle edilen “gerçeklere” boyun eğdikleri için, “normalleşme” politikaları adına, Siyonist projenin politik vesayetini kabul ederek aslında büyük bir haysiyet kaybını normalleştirmiş oldular. Haysiyet kaybı pahasına politik tercihler yapan ülkelerin, bağımsızlıktan söz etme hakları olamaz.

Hangi toplumda olursa olsun, politik popülizm, ilgili toplumu bütün niteliklerden soyutlayarak, kimi klişeleri ve sloganları tekrar etmekten başka bir yeteneği olmayan kuru kalabalıklara dönüştürüyor, varoluşsal tercihlerden ve sorumluluklardan uzaklaştırıyor. İlgililerini, hassasiyetlerini resmi gündem ve resmi doğrular doğrultusunda belirleyenler, hiçbir şekilde bağımsız bir kendilik bilinci oluşturamazlar. Resmi gündeme ve resmi doğrulara bağımlılık bir bilinç dışılığa mahkûm olmak demektir. Bir toplum yalnızca politik propaganda gündemine ilgi duyuyorsa, bu toplum çok büyük bir ilgi, dikkat ve sorumluluk daralması, ilgi ve dikkat kısırlığı içerisinde bulunuyor demektir. Bir toplumun, propaganda aşırılıkları yoluyla resmi hayatların, resmi davranışların ve tercihlerin sınırları içerisine kapatılması, bu toplumun aynı zamanda resmi paronaya’ya da kapatılması anlamı taşır. Resmi hayatlar ve resmi davranışlar/tercihler, ilgili toplumlarda çok sert, çok soğuk ve boğucu bir iklim oluşturur. Bütünleştirici ve özgürleştirici bilinç alışılmışın dışına çıktığımızda somutlaşır. Her tür teslimiyetçilik ve çıkara dayalı bağlılık ve bağımlılık, insanı asli varoluşuna yabancılaştırır. En büyük yoksulluk bilinç ve onur yoksulluğudur.

 

Kaynak: Farklı Bakış