Bilinç Mücadelesini Sürdürmek

Atasoy Müftüoğlu, İslami Analiz’deki yeni yazısında Müslüman toplumların olanla bütünleştikleri için olması gerekene yabancılaştıklarını kaydetti.

Bilinç Mücadelesini Sürdürmek

İslam dünyası toplumlarını belirleyen kültür ve medeniyet yapılarını, bu yapıların niteliklerini dikkate almayan, yukarıdan aşağıya dayatılan Batı modelini mekanik bir biçimde ithal ettiğimiz günden bu yana, İslam’ı ancak duygusal anlamda temsil edebiliyoruz. Bu nedenledir ki, İslami kavram ve kurumların toplumlarımızda normatif ağırlığı yoktur. İslam toplumlarının epistemik ufku, sömürgeci bilgi yapıları tarafından bütünüyle kapatıldığı için, İslami kurumlar/kavramlar/yapılar gerçek hayatta, kamusal hayatta tecrübe edilemiyor. Etnik/yerli/milli sınırlara kapatılan düşünce/kültür/edebiyat hayatımız, evrensel zihinler yetiştiremiyor. İslami varoluşun, bilincin, hayatın, ancak İslami ilkeleri uygulamaya, tecrübe etmeye başladığımızda, başlayabileceğini farketmiyoruz.

Müslümanlar olarak İslami farkındalığı tamamlayamadığımız için, günümüzdeki konumumuzu tanımlama ihtiyacı duymuyoruz. Olanla bütünleştiğimiz için, olması gerekene yabancılaştık, olması gerekenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. Olanla bütünleşenlerin yeniden inşa diye, bağımsız inşa diye bir meseleleri yoktur, olmamıştır. İslam dünyası toplumlarında bir bilinç hareketinin, nitelik ve bilgelik hareketinin toplumda eleştirel bir karşı güç olması hamaset/popülizm ve propaganda dili tarafından engelleniyor, engellenebiliyor. Daha önceleri entelektüel haçlı seferleri tarafından bozguna uğratılan düşünce/kültür hayatımız, bu defa, hamaset/popülizm ve propaganda dili/söylemi karşısında benzer bir bozgun yaşıyor.

Toplumlarımızda, Türkiye’de de, muhafazakar ideoloji, bugün, zenginlik ideolojisine dönüştü. Bu nedenledir ki, İslami önceliklerin yerini gündelik öncelikler, gündelik tercihler, gündelik temsiller alıyor. Bilinç mücadelesine yabancılaşan, yabancılaştırılan bir toplum, gündelik özgürlüklere, gündelik önceliklerin özgürlüğüne ikna edildiği için, varoluşsal özgürlüğü hiçbir biçimde gündemine alamıyor. Varoluşsal özgürlüklerinden feragat eden, vazgeçen toplumların/halkların/bireylerin arzularını, ihtiyaç ve beklentilerini kapitalist sistem belirliyor. Bireyler sisteme itaat ederek özgürleşiyor. Bu durum, her toplumda, araçsal hesaplara, haksız çıkarlara dayalı ilişkiler oluşturuyor. İlgili toplumlarda, karşıtlıklar, ilkeler temelinde olmaktan çok, rakip çıkarlar temelinde şekilleniyor. Karşıtlıklar, popülist dil, propagandacı dil, çok vahim bir kültürsüzlüğü yansıtıyor. Kültürsüzlük temel duyarlılıkları bayağılaştırıyor, temel yönelimleri engelliyor. Faydacılık bencil bir özgürlük anlayışı oluşturuyor. Bu tür bir özgürlük anlayışı, dayanışma ruhunu yok edebiliyor. Bu durumda, ahlaki sinizm (aldırmazlık-sorumsuzluk) toplumsallaşıyor. Toplumsal ahlakın çözülmesi sebebiyle, yaşadığımız çok ağır, çok hayati sorunları toplumsal bilince yansıtamıyoruz. Toplumlarımız, Türkiye’de de, hamaset/popülizm ve propaganda yoluyla teatral meşruiyetler oluşturuyor. Ahlaki meşruiyetini kaybeden hukuk, aşkınlığını da kaybediyor. Toplumlarımız ahlaki sinizme maruz kalmamış olsaydı, toplumsal ahlakın gücü, iktidar aşırılıklarına/ölçüsüzlüklerine/taşkınlıklarına karşı mücadele ediyor olacaktı. Toplumsal ahlakın zaafa uğraması, toplumları her alanda dumura uğratıyor. Hangi toplumda olursa olsun iyilik, ötekine/başkasına adaletle davranıldığında başlar.

Bilincin, niteliğin, bilgeliğin itibarsızlaştırıldığı toplumlarda, bugün, hayatın her alanında popülist savrulmalar, dalgalanmalar yaşanırken, demagojik popülizm ve demagojik dil/söylem etki alanını genişletiyor. Gündelik pragmatik öncelikler-tercihler, hayati öncelikler haline getirildiği için, ahlaki duruşun-eylemin nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. Toplumlarımızda, dayatılan gerçeklik (seküler-kapitalist-liberal) nasıl olmamızı istiyorsa öyle olmaya çalışıyoruz. Bunun içindir ki, hakikate sadakatin yerini, lider kültüne sadakat aldı. İslam toplumları tarihsel bilinç ve sorumluluklara yabancılaştıkları için, İslami mutlaklar maalesef göreli hale geliyor. İslami yanımızı, melankolik bağlılıklarla sürdürebiliyoruz. Yirmibirinci yüzyılın gerçekliği, hamasetin/popülizmin/propagandanın, sloganların, duygusal gerçekliğin dilini/söylemini bütünüyle yalanlıyor. Sömürgeciliğin yoğun bir biçimde sürdürülebildiği bir dünyada, ‘’insan hakları’’, ‘’demokrasi’’, ‘’özgürlük’’ gibi ideolojik kavramların ne kadar korkunç yalanlar olduğunu idrak etmek gerekiyor.

Koronavirüs küresel sağlık krizi dehşetine maruz kalan, bu dehşet karşısında küresel bir yetersizlik/başıboşluk/çaresizlik sergileyen, günümüz dünyası, bu noktadan hareketle, daha iyi bir dünyanın mümkün olup olmayacağı tartışması yaparken, Amerikan ve İsrail emperyalizmi/sömürgeciliği Filistin’e yönelik yeni işgal ve ilhak politikalarını çok küstah ve şiddetli bir biçimde sürdürerek, daha iyi bir dünya umudunu şimdiden imkansız hale getirmiştir. İslam dünyası toplumlarında, hamaset/popülizm ve propaganda dili/söylemi/siyaseti; bilincin/niteliğin/bilgeliğin dilini etkisiz hale getirdiği için, Müslümanlar emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı tarihsel bilinç, tarihsel farkındalık ve tarihsel sorumluluk alanları/etkinlikleri oluşturamıyor. Tarihsel bilinç ve tarihsel farkındalığa sahip olmadığımız, hamaset dili ve söylemi bizleri akıldışına hapsettiği için, 21’nci yüzyılda Irak, Suriye ve Libya örneklerinde izlenebileceği üzere gerçekleştirilen ve halen devam ettirilen, ettirilebilen Haçlı seferlerini, diktatörlere/diktatörlüklere karşı gerçekleştirilen, demokrasi isteyen halk hareketleri odluğunu sanıyoruz. Zihin dünyamız sistematik bir biçimde kontrol altında tutuluyor. Bu denetimi fark etmediğimiz için, özgür olduğumuzu düşünüyoruz.

İslami düşünce/kültür hayatı, modern evrensel alanın, bütünüyle ideolojik bir alan olduğunu teşhis ve tahlil edemediği için, evrenselleştirilen ‘’insan hakları’’, ‘’demokrasi’’ ve ‘’özgürlük’’  gibi klişelerle hesaplaşamıyor. İslam toplumlarına ve halklarına yönelik bütün kötülüklerin, bu klişeler aracılığıyla maskelendiğini anlamıyoruz. Hiçbir şekilde hak edilmemiş zulümlerin nereden/nasıl kaynaklandığını bir hesaplaşma konusu yapamıyoruz. Temel çatışmanın, dünya görüşleri çatışması olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz. Seküler-evrensel alan, her dönemde, küresel seçkinler tarafından istenilen doğrultuda şekillendirilebiliyor. Günümüz dünyasında, hem uluslararası bağlamda, hem de yerel bağlamlarda her tür kötülük, adaletsizlik, politik yararlar/çıkarlar temelinde meşrulaştırılabiliyor.

Müslümanlar olarak, ontolojik bağımsızlığın hayati öneminin bilincinde olmadığımız için, İslami sosyo-politik modelin gerçekleştirilebilmesi doğrultusunda kapsamlı bir yirmibirinci yüzyıl çalışması yapmıyoruz.

Müslümanlar ontolojik ve epistemolojik bir emperyalizme, sömürgeciliğe mahkum edildikleri halde, bu trajik gerçekliği, ısrarla görmezden gelerek, Türkiye örneğinde  yaşandığı üzere, sağcı/milliyetçi/muhafazakar/gelenekçi/görenekçi, statükocu/konformist politik kadroların iktidarını ‘siyasal İslamcı’ olarak nitelemekte ısrar etmek, İslam’a bühtan etmekten başka bir anlam taşımaz. İslam’a bühtan etmek, İslam’ı yargılamak, tahrif etmek, karikatürize etmek isteyen ideolojik-seküler çevreler önyargılar, karşıtlıklar biriktirmek yerine, demokrasilerin hiçbir niteliğe, bilince, bilgeliğe, birikime, ufka sahip olmayanları da iktidara taşıdığı tarihsel gerçeğini hatırlamaları gerekir. Hangi gerekçeyle olursa olsun, ideolojik ya da muhafazakar önyargı ve karşıtlık biriktiren toplumların gelecekleri olamaz.

İslam’ın ontolojik ve epistemolojik özgürlüğünü, bağımsızlığını, otorite ve meşruiyetini gerçekleştirmeksizin üzerinde çalışılan İslami tahayyül ve tasavvurlar, imkansız ufuklara yönelmiş olduğumuzu gösterir. İslam’ın ontolojik ve epistemolojik özgürlüğünü/meşruiyet ve otoritesini gerçekleştiremeyen bir toplum/kültür ya da hareket İslami anlamda siyasal mücadele veremez. Ontolojik ve epistemolojik bağımlılığa mahkum edilen bir toplum ve kültürden ‘’Siyasal İslamcılık’’ çıkarılamaz. Fransız Devrimi tarafından üretilen siyasi kavram ve kurumlarla siyaset yapan politik kadroları ‘’siyasal İslamcı’’ olarak etiketlemek düpedüz büyük bir saçmalıktır.

Müslümanlar olarak bilinç/nitelik/bilgelik mücadelesine yabancılaştıkça, hamaset/popülizm ve propaganda dili/siyaseti, romantik iyimserliklerle toplumlarımızı kuşatıyor. Romantik iyimserlikler kitleselleştikçe o ölçüde, bugünün gerçekliğinden hızla uzaklaşıyoruz. Propaganda dili/siyaseti yoluyla, siyasal özneye ulaşıldığı ne görülmüş ne de duyulmuştur. Popülizmlerin/propagandanın ahlaka ihtiyaç duymadıkları bilinen bir gerçektir. Toplumsal bütünlüğe hitap edemeyen, bu bütünlüğün saygınlığını gözetmeyen bir dil ve söylem ayrımcılıkla maluldür.

Koronavirüs küresel sağlık krizi sırasında, bütün insanlık modern dünya düzeninin büyük sefaletine tanık oldu. Emperyalist dünya düzeni/siyaseti genel aklı sömürgeleştirerek, şeyleştirerek, baskılayarak küresel bir istisna hali oluşturmuştu. Koronavirüs küresel sağlık krizi daha farklı bir bağlamda yeni bir istisna hali oluşturdu. Hangi gerekçelerle olursa olsun, genel aklın sömürgeleştirildiği, sömürgeleştirilebildiği toplumlarda kitleler akıllarıyla değil, bedenleriyle düşünmeye başlıyor. Bu tür toplumlarda, kitleler gerçeklerle değil, bilinçle değil, propaganda yoluyla ayakta tutuluyor. Müslümanlar olarak, bugün karşı karşıya bulunduğumuz ağır sorunlar karşısında, komplo teorileri üretmek yerine, alternatif stratejiler, paradigmalar, bağımsız İslami referans sistemi oluşturarak, modern dünya sisteminin/siyasetinin dokunulmaz kıldığı paradigmalarla, önce entelektüel anlamda hesaplaşmaya başlayabilmeli, bunun için de, her şeyden önce, hamaset/popülizm/propaganda alanından, bilinç ve nitelik alanına geçmeliyiz. Bu hesaplaşmayı gerçekleştirmeden, yeni bir değer/anlam sistemi, politik sistem-model oluşturamayız. Hangi toplumda olursa olsun, bedenleriyle düşünen, bedenlerini düşünen kitleler, kitleler adına düşünen karizmatik politik ya da dini figürlere olan bağlılıkları sebebiyle, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde özeleştiri yapamazlar, yapmamışlardır. Kitleler, bireysellikleri tanınmayan, bireysellikleri kabul edilmeyen bireylerden oluştuğu için, propaganda, manipülasyon yoluyla yönlendirilir. Bu nedenle de, kitleler, çok tehlikeli sonuçlar doğurabilecek karşılıklara, düşmanlıklara kolaylıkla ikna edilebilirler. Propaganda/manipülasyon dili mekanik-ruhsuz tekrarlardan oluşur. Bu tür toplumlarda, toplum propaganda-karşıtlık diliyle birörnekleştirildiği için, toplumun bütün renkleri gri’ye dönüştürülür. Toplumun bütün renkleriyle, farklılıklarıyla, insanca konuşamamak, konuşmamayı seçmek, tercih etmek, kötülüğü başlatmak, kötülüğü biriktirmek anlamı taşır.

Ne pahasına olursa olsun, aklımızla/kalbimizle bütün içtenliğimizle, sorumluluk duygularımızla düşünmeye, derin/tutarlı/kapsamlı düşünmeye devam ederek, bilincin, niteliğin ve bilgeliğin yolundan/ölçülerinden/ahlakından sapmamaya gayret etmeliyiz. İslam’ın büyük ve evrensel imkanlarının farkına ve bilincine vararak çalışmaya başladığımızda, yeni başlangıçlar yapmaya karar verdiğimizde, yeni ufuklar açılacak, yeni umut yolları çıkacaktır. İslami gerçekliği somut olarak tecrübe edebilmek için, önce bu gerçekliği tahayyül ve tasavvurlarımızda somutlaştırmamız gerekir. Bunun için, her şeyden önce, teslimiyetçilik alanından, konformizm alanlarından hızla uzaklaşmamız, bilinç ve bağımsızlık alanlarına geçmemiz şarttır.

Statükoyu içselleştirmek, ahlaki ölümle sonuçlanır.

Yeni ufuklar ve yeni umutlardan söz edebilmemiz için , propaganda nesnesi haline getirilerek düşüncesizleştirilen genç kuşakları, siyasal öznelere dönüştürebilecek kapsamlı çalışmalara ihtiyacımız olduğu açıktır. Teslimiyetçilik, konformizm, edilgenlik ve şeyleşmeden kurtulmanın yolu, İslami büyük farkındalığa sahip olmaktan, özneleşmekten geçer. Dünyanın ve tarihin farkına varmak da, ancak, bu özneleşmeyle mümkün olabilir. Romantik/nostaljik bir propaganda kültürüyle bilinç ve nitelik mücadelesi verilemez. İdeolojik doğruların ya da resmi doğruların sınırları içerisine kapatılan toplumlarda, eleştirel bilinç etkili olamaz, hayatiyet kazanamaz, İslam toplumlarında, Türkiye’de de, somut olarak tecrübe ettiğimiz üzere, muvafık ya da muhalif kesimler, toplumu, entelektüel-ahlaki anlamda ikna etmek yerine, ya duygusal olarak, ya da ideolojik olarak ikna etmeye çalışıyor. Bu nedenle, toplumlarımızda, kültürel iklimin yerini, ikili karşıtlıklara dayalı önyargılar ve nefret duyguları alıyor. Sloganlara, duygusallıklara, hamasete ve ideolojik klişelere hapsedilen toplumlar, anlam/fikir/bilgelik/dayanışma ve felsefi içerik üretemiyor. Bu tür toplumlarda iktidarlar, toplumlara, ya resmi yorumları, ya da ideolojik yorumları dayatıyor. Bu yorumlarla toplumlar sistematik bir biçimde kontrol ediliyor.

İslami düşünce hayatının, entelektüel bir çürüme, yozlaşma ve bayağılaşmaya maruz kalmaması için, güncel politik bağlamın dışına çıkarak, entelektüel gündemi değiştirmesi, varoluşsal sorunlar, varoluşsal öncelikler ve varoluşsal yükümlülükler üzerinde yoğunlaşması gerekir. Bugün, bizler, Müslümanlar olarak varoluşsal sorunları, öncelikleri ve yükümlülükleri teşhis edememek, teşhis edebilecek fikir ve dava adamlarına sahip olamamak gibi bir yoksunlukla karşı karşıyayız. Varoluşsal sorunlar, öncelikler, inşalarla ilgilenen fikir ve dava adamlarımız olsaydı, ömrümüzü güncel politik alan etrafında kıylükal yaparak geçirmeyecektik.

İslami kesimler güncel politik bağlamla bütünleştikleri için, bu alanın dışında kalan hiçbir entelektüel çaba kamusal alanda yankılanmıyor. Toplumun bütününü içerisine alabilecek şekilde konuşabilen/yazabilen ahlaki ve entelektüel yeteneklere ne yazık ki sahip bulunmuyoruz. Polemik üreten, polemik üretmeyi seven politik/dini figürlerle toplumun bütününe ve bütünlüğe hitap edilemiyor. Toplumlarımızda eleştirel değerlere, eleştirel topluluklara sahip olmadığımız için, ahlaki mücadeleyi kaybetmeyi göze alarak, söylemsel mücadele üzerinde yoğunlaşan bir gelenek var. Gösteriye ve gösterişçiliğe dayalı bir gelenek ve kültürden, hiçbir sahiciliğin çıkarılamayacağı her nasılsa hiç düşünülmüyor. Gösteriye ve göstericiliğe dayalı bir gelenek ve kültür, her tür kabalığı ve saldırganlığı normalleştiriyor. Toplumlarımızda, her alanda, ahlaki mücadeleyi kaybetme pahasına, söylemsel mücadeleyi sürdürenlere/kazananlara “kahraman” muamelesi yapılıyor, yapılabiliyor. Söylemsel mücadeleler yoluyla vesayet altına alınan bireyler ve toplumlar kendilerini ve potansiyellerini keşfetme imkanını kaybediyor.

Toplumlarımızda, söylemsel mücadeleler yoluyla kitleleri şeyleştiren, nesneleştiren, köleleştiren pek çok dini figür, politik figür, entelektüel figür örneği vardır. Şeyleştirme, nesneleştirme, köleleştirme, insanları insanlık dışına çıkarır. İnsanlar, bilinç ve ahlak mücadelesi vererek, insanlığa yeniden giriş yaparlar. Toplumlarımız, aklı tahfif ve tahkir eden bir dini geleneğin baskısı altında tutulduğu için, bu yolla şeyleştirme, nesneleştirme ve köleleştirme sistematik olarak sürdürülebiliyor.

Bilinç ve ahlak mücadelesi, insanlara, hayattan daha üstün hakikatler olduğunu öğretir.

İslam toplumlarına yönelik akıldışı şeyleştirme, nesneleştirme ve köleleştirme faaliyetleri, eleştiri/özeleştiri, muhalefet, direniş bilincini ve kültürünü yok etmek üzere tasarlanıyor. Bugün, toplumlarımızda, dini ve politik popülist akımlar aracılığıyla, şeyleştirme/nesneleştirme normalleşmiş,