Süleyman Seyfi Öğün yazdı;
Bildiriler modern siyâsal kültürlerin dikkât çekici bir boyutudur. Esas olarak, üniversitelerde Siyâsal Propaganda derslerinde okutulduğunu söylemeliyim. Batı dillerinde buna “manifesto” deniliyor. Bizde ise eski Türkçe ifâde edersek, büyük ölçüde “tebliğ” karşılığı kullanılıyor.
Kelimenin elbette dînî bir kökü var. Peygamberler arz kürede ilâhî hakikât ve kelâmın tebliğcileridir. Lâkin tebliğ burada esas olarak şifâhîdir. Daha çok bir dâvet ve uyarı niteliğindedir. Metin bundan bağımsızdır. Meselâ İncil veyâ Kur’an-ı Kerim, inananları tarafından inanmayana “tebliğ edilir.”
Modern dünyâ dinlere mahsus bu tebliğ işini ideolojik bir çerçevede dünyevîleştirmiştir. Dahası, bizzât yazılı bir disipline sokmuştur. Hakikâten de hemen her ideolojinin başat bir bildirisi mevcûttur. Bunlardan en çok bilineni ise Karl Marx’ın “Manifesto”sudur.
Bidirilerden murad edilen, kitleleri siyâsal eylem doğrultusunda seferber etmesidir. Bunun ahlâkî tonlu bir siyâsal çağrı olduğunu da kaydetmeliyiz. Toplumda çok saygın, sözü dinlenen kişilerin, düşünürlerin, felsefeci ve filozofların, sanatçıların kaleme aldığı hayli kabarık bir bildiri külliyâtı olduğunu söyleyebiliriz. Sartre ve Russell gibilerin kaleme aldıkları, kendi türünün şaheserleri olarak nitelendirilebilecek bildiriler buna misâl verilebilir. Edebî ve fikrî bir nitelik taşıyan ve târihe geçmiş bu bildirilerin sayıca bir hayli az olduğunu söyleyebilirim. Daha süreçsel olarak bakacak olursak, bildiriler dünyâsının giderek bir “yavanlaşmanın”, bir “kütleşmenin” ve bir “anonimleşmenin” konusu hâline geldiğini tâkip edebiliyoruz. Bu da iddiayı değiştirmiyor belki, ama orijinâllerinden saptırıyor. Her bildiri titiz bir edebiyât ödevi gibi kaleme alınıyor; ama hanidir bunlardan bir edebiyât çıkmıyor. Daha çok, evvelden erbâbı tarafından yazılmış, hakikâten de çok ince bir edebiyât değeri taşıyan metinlerin kötü taklitleri olarak tezâhür ediyor. Evet belki bir edebiyât bu; ama en kötü anlamıyla, yâni “edebiyât parçalamak” olarak edebiyât…
Bildirilerin hazırlandığı iklimi hep merâk etmişimdir. Muhtemelen, bu iklime, sosyolojik karşılığıyla ifâde etmeye çalışayım; en azından yarı yarıya bir “dînî hava”nın hâkim olduğunu tahmin ederim. Sürecin belki bir “peygamberi” ve muhtemelen “havârileri” vardır. Bunlar bir şekilde toplanır.. Ciddiyet ve endişe duyguları biraradadır. Aralarında haberleşmeye başlarlar. Bu bir “iç mobilizasyon” evresi olsa gerekir. Fikirler, değil felâket haberleriyle bilenen “hassâsiyetler” baskındır burada. Bu bir iç hazırlık, üretilen senaryoya “takımın” kendisini inandırması hâlidir. Tartışılan bir şey yoktur burada. Yâni bildiriler tartışılarak yazılmaz. Mühim olan bir hassâsiyetin açığa çıkarılmasıdır.
Eski bildirilerde zihinlerdeki rol dağılımı ise aşağı yukarı “Sürü-Çoban” ilişkisine tekâbül ederdi. Organik aydınlar yapardı bunu. Sürünün geleceğini tehlikeye atan, “mega” bir “felâket” kapıdadır. Onlar, sürü farkında değilken bunu görebilen seçkin “çobanlardır.” Uyarı vazifesi onlardadır. Yavaş yavaş eli kalem tutan “birileri” bu hassasiyeti dile getiren bir kompozisyonu yazıya dökecektir. “Cemaat” toplanmakta ve “âyin” başlamaktadır. Metin ortaya çıkmış ve imzâya açılmıştır. Akabinde, sert çekirdekten daha yumuşak dokulu olanlarına doğru bir dalgalanma yaşanır. Sürece katılmak bizatihî seçkinlikten rol kapmayı sağlayacaktır. Muhtemelen bâzıları için bu bildiride, biriler ile berâber adının geçiyor olması bile kendisinin seçkin olduğuna delalet edecektir. Bâzıları, metne değil, imzâlara bakarak da kervana katılacaktır. Birileri de, belki çevre kaybına uğramamak, “O nerdeydi?” dedirtmemek için kalemine davranacaktır. Tüketim dünyâsında popüler kültürün ikonları ile “kadrolu aydınları” hemhâl eden bir tuhaflık ortaya çıkmıştı. İlk başlarda yadırganmıştı; ama artık hayli olağanlaştı.
“Postmodern” zamanlarda “çoban-sürü” ilişkisinin hayli tasfiye gördüğünü düşünüyorum. Zaten ortalama bildirilerin basitçi tarafı her zaman olmuştur, ama yeni bildiri kültürü, mevcût paralaksı daha belirgin ortaya çıkarıyor. Organik aydın devri çoktan sona erdi. Bildirilerin adresi değişmiş değil, ama daha belirsiz bir hâle gelmiş vaziyette. Benim görebildiğim, artık “ontolojiden” çok “ontik” durumlar baskın durumda. Bildiriler aslında ne bir sınıfa, ne bir ulusa ne de insanlığa yazılıyor. Herbir bildiri, o bildiride buluşan bir “seçkin” veyâ “öncü” cemaatin varlığını kesinliyor. Esas adres hasım cemaatler. Kavga artık “çobanlar” arasındaki bir kavga… Her bir bildiri, rahmetli dostum Hüsamettin Aslan’ın kavramıyla bir “epistemik cemaatin” iç güzellemesini yapan; diğerine yazılmış, ona meydan okuyan bir mektup.
Bildiriler mi? Ne diyelim, siyâsal kültürün tedâvisi olmayan “çocukluk hastalığı...”
_____________
Not: Son yazımda 19. Asırdaki Rusya-Fransa Savaşından bahsetmiştim. Târih olarak, sehven 1871 geçiyor. Doğrusu 1812’dir. Düzeltiyor, dikkâtli okurlarımın uyarılarına teşekkür ediyorum.