Yasin Aktay yazdı;
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın on ülkenin büyükelçisi hakkında “istenmeyen adam” işlemlerinin başlatılması hususunda ortaya koyduğu tavrın bütün dünyada önemli bir yankı bulması çok normal. Daha önce ne Türkiye’de ne de dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş olabildiğince radikal ve emsalsiz böyle bir tavır bir anda dikkatleri Türkiye’ye çevirdi.
Bunu Erdoğan’ın giderek artan keyfi idaresinin somut bir örneği olarak satın almaya çok hazır bir müşteri kitlesinin olduğu belli. Oysa Erdoğan’ın bu tavrına sebep olan hadisenin de her gün karşılaşılan bir olay olduğunu da kimse söyleyemez.
Esasen istisnai olan, dünya diplomasi tarihinde de hiç görülmeyen şey on ülkenin büyükelçisinin bir ülkenin herhangi bir meselesi konusunda bir siyasi parti veya hareketin militanları gibi toplanıp ortak bir bildiri yayımlaması. Büyükelçiler bulundukları ülkede kendi ülkelerini en iyi şekilde temsil etmek ve kendi ülkeleri ile bulundukları ülke arasında en iyi diyalogu kurmakla yükümlüler. Onları bu teamülleri aşarak bu kadar radikal, sıra dışı, istisnai bir adım atmaya sevk eden şeyin ne olduğunu sormak çok daha anlamlı. Zira Erdoğan’ın sıra dışı görünen tepkisine sebep olan, aslında Erdoğan’a bir bakıma başka bir seçenek bırakmayan da bu haddini aşan aşırı derecede siyasallaşmış sıra dışı hareketin ta kendisi.
GEREĞİNDEN FAZLA SİYASALLAŞMIŞ BİR DAVA
Bu siyasallaşmanın gerekçesine hiç bakmıyorum bile. Ama kişisel görüşüm, bu harekete gerekçe gösterilen Osman Kavala meselesinin zaten gereğinden fazla siyasallaşmış olduğu yönündedir. Bu siyasallaşmanın onun davasını bir yargı konusu olmaktan çoktan çıkarmış olduğu çok açık. Kendisine isnat edilen suçlamalar hakkında adil bir yargılama ortamı iyice tahrif edilmiş durumda.
Bir yandan bu ülkede veya demokratik her ülkede herkesin iktidara muhalefet hakkı vardır ve bu hakkı yasal sınırlar içinde, şiddete başvurmadan veya şiddete başvuranları desteklemeyen sınırlar içinde, en radikal biçimde yapma hakkı vardır. Bu hakkı kullandığı için kimse suçlanamaz ve yargılanamaz.
Diğer yandan Kavala için bu şekilde yürütülen kampanyaların da adil yargı atmosferini daha da bozan bir etki yaptığını görmemek mümkün değil. On ülkenin büyükelçisinin, üstelik aralarında Erdoğan’ı sözüm ona “demokratik aktörlerle” devirme planı aşikâr olmuş olan Biden’ın yönlendirmesiyle böyle bir eylemde bulunması Kavala’ya bir destek mi, onun kötü bir senaryoda fena halde kullanılması mı oluyor?
Yargı hakkında ne kadar ideal tasarımlar veya mücadeleler verseniz de işin sonunda trajik insan unsuruna gelip tosluyorsunuz. İnsan, yani hümanistlerin tasarladığı egemen-özne insan değil, siyasal yanıyla, duygularıyla, öznelliğiyle, zafiyetleriyle insan.
Elbette bütün kurumsallıklar, gayr-ı şahsi pozitif hukuk arayışları bu insani boyutu gidermeyi amaçlar, ama günün sonunda iki ileri bir geri adım atmanın ilerisine gidilemediği görülür. Sadece Türkiye’de mi? Elbette değil. En kurumsallaşmış şekliyle AİHM siyasetten, öznellikten, insan unsurundan, ideolojiden bağımsız mı hareket ediyor? O sistemin adil yargı üretme boyutunda tam bir iflas içinde olduğuna dair kendi içinde bir sürü değerlendirme var.
KAVALA BU BÜYÜKELÇİLERİN UMURUNDA MI?
Bu arada Türkiye’yi adeta müstemleke bir ülke konumuna sokan böylesi bir müdahalenin Türkiye’de nasıl algılanacağı ve bu eylemin Erdoğan’a böyle bir tepki vermekten başka bir seçenek bırakmayacağı hesaplanmamış olamaz. Yoksa AB ile ilişkileri çerçevesinde Türkiye’nin yargı süreci zaten AB’nin denetimine açık durumda. AİHM şu veya bu konularda, münhasıran Kavala davası konusunda da Türkiye’ye kendi görüşünü en açık şekilde bildirmektedir zaten. Bu, iki tarafça da kabul edilmektedir. Ancak bu düzeyin aşılıp Kavala meselesinin bir büyükelçiler ayaklanması nedenine dönüştürülmesinin ardında Kavala’yı aşan başka bir hesabın olduğunu görmemek için kör olmak lazım. Büyükelçilerin derdi Kavala’ya özgürlük değil onun üzerinden Erdoğan’la hesaplarını görmek. Böyle yapmakla Kavala davasını daha da işin içinden çıkılmaz hale getirdiklerinin farkındalar ve bu umurlarında da değil.
BU ELÇİLERİN YOLU MISIR’A, SURİYE’YE, İSRAİL’E DÜŞMEZ Mİ?
Dertleri gerçekten insan hakları ve demokrasi olsaydı onları İsrail’in hapishanelerinde sorgusuz-sualsiz, en kötü şartlar altında on yıllarca tutulan Filistinli gazeteci, yazar, siyasetçiler için neden bir dayanışma içinde görmedik? Türkiye’nin hapishaneleri oradan çok mu daha kötü ve durumlar çok mu daha acil?
Dün Star Gazetesinden Resul Tosun yazdı tek tek. Neden mesela Mısır’ın ilk ve tek seçilmiş cumhurbaşkanı kodese tıkıldığında ve mahkeme salonunda ölüme terkedildiğinde tek satırlık bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmediler? Veya şu anda yine on binlerce tutuklu en ağır şartlarda sorgusuz sualsiz ölüme terkedilmiş, neden onlarla ilgili bir tek söz duymuyoruz?
Neden mesela Esed rejimi binlerce insanı katledip binlerce kadını hapishanelerde rehin tutarken bu devletlerin aklına hukuk ve insan hakları gelmiyor?”
Bu örnekler insan hakları ve değerleri açısından, demokrasi açısından çok daha acil durumlar ortaya koymuyor mu?
Elbette, yine de haksız yere özgürlüğü elinden alınmış bir tek kişi dahi elbette ciddi bir sorundur ve bir sorun çağrısını kulak ardı etmek asla caiz değildir. Ancak bu sorunların çözümü, kendileri bizatihi bu topraklardaki her türlü anti-demokratik darbe düzenlerinin, otokratik rejimlerin, insan hakkı ihlallerinin sebebi ve destekçisi olan bu yüzsüz devletlerin büyükelçilerine mi düşer?