ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden’ın görevde bulunduğu süre bir aya yaklaşıyor ve küresel düzenin geleceğine dair en önemli açıklaması “Amerika geri döndü” oldu.
Peki geri dönen Amerika’yı nasıl bir dünya bekliyor? Amerika’nın geri döndüm demesi küresel düzenin kodlarını istediği şekilde değiştirmesine yetecek mi? Küresel ölçekte, transatlantik ilişkilerde, Çin rekabetinde, Orta Doğu’da ve küresel ekonomide önümüzdeki dönemde yeni Amerikan yönetimini ve genel anlamda küresel düzeni nasıl bir çerçeve bekliyor?
Perspektif, Biden döneminde Türkiye ile ilişkilerin muhtemel seyrine yönelik gerçekleştirdiği soruşturmanın ardından, Biden yönetiminin küresel gündemini masaya yatırıyor.
Perspektif, Biden yönetiminde küresel sistemin geleceğini uzman isimlere; Taha Özhan, Evren Balta, Galip Dalay, Soli Özel ve Uğur Gürses’e sordu.
Sadece son yirmi yıla bile bakılsa transatlantik ilişkilerinin kolay bir zeminde yürümediği görülebilir. Üstelik 11 Eylül sonrası belli ölçüde, 2013 sonrası ise büyük ölçüde jeopolitiği terörizmle mücadeleye indirgemiş olmalarına rağmen.
Bir taraftan terörle mücadele denklemi içerisinde her iki taraf ortak bir söylem ve zemine kavuştu ama diğer yandan da sorunlar devam etti. Bu ikili yapı mesela 2003’te 11 Eylül sonrası Rumsfeld’in ‘eski Avrupa’ tartışmalarından alınıp Trump dönemindeki Washington güvenlik şemsiyesinin sağladığı sigorta poliçesi primlerinin merkeze oturduğu tartışmaya kadar getirilebilir. Hasılı kelam, Amerika-Avrupa ilişkileri, aynı kampta yer alan iki güçlü ortak olmanın yanında zorlu ilişkileri de olan iki odak konumundalar.
Trump’ın bu ilişkilerde yapısal bir kırılmaya yol açtığını söylemek zor. Zira Soğuk Savaş yıllarının sonundan itibaren Avrupa’nın savunma harcamaları ve NATO’nun farklı öncelikleri hep tartışılan ve üzerinde mutabakata varılamayan başlıklardı. Amerika’nın gözünde Avrupa’yı “ekonomik dev, jeopolitik cüce” tartışmasına indirgeyen sorunlar Trump döneminde siyasi doğruculuk maskesi olmadan açıkça masaya getirildi sadece.
Elbette Trump döneminde Brexit depremiyle ve mülteci kriziyle jeopolitik dikkati ciddi şekilde dağılan Avrupa’nın transatlantik ilişkilerinin tadilatı ve tamiratının sınırları geçmişe göre daha da daralmış durumda. Paris İklim Anlaşması, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, İran nükleer anlaşması, “Rus ve Çin tehdidi”, Trump’ın Avrupa’daki popülist liderlere verdiği destekler ve son olarak COVID-19 kriziyle başta Dünya Sağlık Örgütü’nde yaşanan krizler birçok başlıkta ciddi bir güven krizi oluşturmuş durumda.
Avrupa bir taraftan küresel jeopolitik sahneye Washington’un “geri döndüğünü” ilan eden Biden’la bu başlıklarda tamirat ve tadilat süreci başlatmak isterken diğer yandan da kendisini Amerika-Çin makasına hapsolmuş G-2 dünyasında bulmak istemiyor. Biden’ın dış politika ve güvenlik ekibinin Avrupa’yı yakından tanıyan tecrübeli isimlerden oluşması da transatlantik ilişkilerinde ciddi bir tamirat sürecinin yaşanabileceğine işaret edebilir.
Ancak burada sorun yaşanacak nokta, tamirattan ziyade transatlantik ilişkilerinin Obama dönemini aşan daha ileri bir jeopolitik zemine oturup oturmayacağı meselesidir. Zira Washington’da şimdilik “Trump gitti, 2016’ya döndük” rüzgârı esmektedir. Hem transatlantik ilişkilerde hem de küresel jeopolitikte Obama döneminin bir altın yıllar dönemi olmadığını hatırlatmaya gerek yok. Aksine Milenyum sonrası 11 Eylül’e Washington’un verdiği cevapla başlayan jeopolitik raydan çıkış ve miyopluk Obama döneminde devam etmişti. Bush yıllarında küresel jeopolitiği ve ABD dış politikasını “El-Kaide ile mücadeleye” indirgeyen bu yaklaşım, Obama döneminde DAİŞ’le mücadele ekseninde jeopolitiği terörle mücadele eksenine hapsetmişti.
Bu sıkışma hem transatlantik ilişkileri hem de küresel jeopolitik eksenlerinde Washington’un perspektifini ciddi şekilde daraltmıştı. Washington ve Avrupa’nın yaşadığı bu 20 yıllık jeopolitik daralmadan Çin ve Rusya genişlemesi çıktı.
Batı ittifakı bugüne kadar jeopolitik ve güvenlik tehdit algılarıyla kendisini tahkim edebildi. Sağlıklı ve gerçekçi bir tehdit okuması yapabildiği oranda ittifakları jeopolitik olarak işlevsel ve etkili olabildi. Milenyumdan bu yana bu tehdit okuması ciddi şekilde bozuldu. Özellikle Orta Doğu’da İsrail merkezli jeopolitik okuma abartılı terör tehdidiyle birleşince küresel düzeyde komplolara varacak yirmi yıl yaşandı. DAİŞ tehdidi kısa sürede somut ve sınırları belli olan bir tehditten çıkarak hızla jeopolitik hamlelerin, provokasyonların ve manipülasyonların aracı haline geldi. Küresel jeopolitik kırılma büyük ölçüde sermaye ve teknoloji birikimi üzerinden Çin merkezli hareket ederken, Batı ittifakının odağı sorunları daha da büyütecek şekilde Orta Doğu oldu. Trump döneminde ciddi bir akla yaslanmasa da bu durum fark edildi ama vizyoner bir cevap verilememesinin sancıları yaşandı.
Burada Avrupa’nın jeopolitik bir aktör olarak perspektifini büyük ölçüde yitirmiş olması da rol oynadı. Ne ana gündeme dönüştürdükleri Orta Doğu’da ne de küresel ekonomi-politik düzende meydan okumalara ciddi bir cevap ortaya çıkaramadılar. Gelinen noktada transatlantik ilişkilerinin yeniden iyi bir noktaya ulaşma ihtimali son yirmi yılda yaşanan küresel ekonomi-politik eksen kayması kaynaklı meydan okumalara cevap verilebileceği anlamına gelmiyor artık.
Transatlantik ilişkilerin yeni bir dönem yaşaması için belli başlıklarda perspektiflerini değiştirecek kararlar vermeleri gerekiyor. Bu kararları alırken her iki aktör de artık Trump öncesi siyasal ve ekonomik pozisyonlarını da korumuyorlar. Amerika oldukça ciddi bir iç siyasal kriz yaşadı son dört senede. Bu dalganın sakinleştiğini veya rasyonelleştiği söylemek çok zor. Biden gibi merkezde duran bir siyasetçinin bu sorunları çözme ya da en azından yönetmesi de kolay görünmüyor.
Son dört yılda yaşanan ve aslında açık bir şekilde sadece bir semptom olan Trump’ı Amerikan krizinin kendisi ya da hastalığı olarak kodlamanın maliyetinin Biden’ın seçilmesiyle ortadan kalkması zor görünüyor. Dolayısı ile Amerika’nın yeni dönemde küresel jeopolitik iştahı ne olursa olsun artık ülke içi gündemin ciddi şekilde Washington’u meşgul edeceğini kabul etmek gerekiyor. Başka bir ifade ile Trump’ın “Önce Amerika” sloganı ve politikası Biden açısından da “önce Amerika’daki sorunlar” şeklinde devam etmesi beklenmelidir.
Biden, Amerika iç gündeminde belli bir istikrarı yakaladığı oranda küresel başlıklarda alan kazanacak. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus Biden’ın Trump döneminde Washington’un ayrıldığı bazı uluslararası platformlara hızlıca geri dönmesi ile küresel jeopolitik başlıklarda bir perspektifi olan şümullü yaklaşımların birbirine karıştırılmamasıdır. Bu kurumlara Amerika’nın geri dönüşü önemli olmakla beraber, tek başına yeterli bir yaklaşım değildir elbette.
Benzer bir durum son dört yılda Avrupa’da daha sert yaşandı. Brexit’in gerçekleşmesi, milliyetçiliğin ve popülizmin sert yükselişi, AB’nin hatta Avrupa’nın yönünü arayan soruların cevapsız kalması, birliğin varlığının ciddi anlamda sorgulanması Avrupa’nın ortaya çıkan meydan okumalara karşı ne bir ve bütün olarak ne de transatlantik zemininde doyurucu cevaplar veremediğini gösterdi.
Avrupa jeopolitik cüssesini ve eksenini devrimci bir şekilde değiştirebilecek iki önemli fırsatı da Obama döneminde kullanamadı. Bunlardan birincisi Türkiye’nin 2010 başlarında birliğe kabulü olabilirdi. Diğeri ise Arap Baharı karşısında korkularını yenerek bölgedeki değişimi tam anlamıyla desteklemesi olabilirdi. Maalesef AB tıpkı Obama yönetimi gibi retoriğinin tam aksi istikamette adımlar attı. AB’nin güneydoğu kanadında böylesine geniş bir perspektifi sahiplendiği senaryoda bugün bambaşka bir jeopolitik ekseni konuşuyor olurduk.
Özetle transatlantik ilişkiler, bugün itibariyle ittifak zeminini güçlendirmek isteyen ama henüz yönünün ne olacağını kendisinin de bilmediği bir halde duruyor. Önümüzdeki birkaç sene içerisinde küresel jeopolitik gerilim hattı G-20’den G-2’ye indikçe AB’nin yeni bir açılım yapması beklenebilir. Aksi takdirde transatlantik ilişkiler Washington’la eski zeminine eski sorunlarıyla tekrar oturarak bizleri bildiğimiz statüko ile baş başa bırakacaktır.
Obama-Biden yönetiminin gerçekleşmesin diye uğraştığı Brexit’i Trump açık bir şekilde destekledi. Hatta daha da ileri giderek AB’yi ciddi anlamda zorlayan politikalara imza attı. Bugün İngiltere Başbakanı olan Johnson, İrlandalı köklerini gizlemeyen Biden’a ettiği hakaretlerle bilinen bir isim.
Birleşik Krallık, Biden dönemine bir taraftan post-Brexit dünyasına adaptasyon diğer taraftan Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti arasında fiziksel sınır ve İskoçya’nın durumu gibi başlıklarıyla ilerde de “birleşik” kalıp kalamayacağı soruları eşliğinde girdi.
İngiltere’nin kendi kendisine izolasyon sürecinde Washington’un Londra ile ilişkileri istese de eski jeopolitik değerinden uzaklaşmak durumunda. Zira AB üyeliği kaldıracının kalkması başlı başına Londra için bir kayıptan başka bir şey değil. Johnson’un Obama-Biden döneminde ırkçı bir dille “kısmen Kenyalı” sıfatıyla andığı Obama ile yaşadığı ağız dalaşının bugün Biden’la ilişkisini nasıl etkileyeceği de bir sorun. Hasılı kelam Washington’daki yeni yönetim İngiltere’nin artık üye olmadığı AB ile ilişkilerini azami seviyeye çıkarırken artık eski zamanlardaki gibi Londra AB’den önce değil sonra sıranın kendisine de gelmesini beklemek zorunda.
Çin sorunu bir ittifak halinde düşünülürse küresel hegemon olarak kabul edilebilecek Batı’nın yeni dönemde tahtını tehdit eden en önemli başlık konumundadır. Trump sonrası dönemde Çin odaklanmasının dağılmasını beklemek doğru olmaz.
Biden’ın Trump’a göre Çin’e daha yumuşak yaklaşacağı ve şahin bir politika izlemeyeceği beklentisinin fazlaca bir zemini bulunmuyor. Aradaki temel fark, dört yıl boyunca şahin ama oldukça türbülanslı Çin politikasının daha yapısal bir zemine oturması olabilir.
Biden daha göreve başlamadan başkanlık yemin törenine Tayvan’ın ABD temsilcisi Hsiao Bi-khim’i davet etti. Birkaç gün sonra Washington Çin’i Tayvan’a karşı askeri tacizlerinden dolayı uyardı. Dışişleri Bakanı Blinken Uygur Müslümanlarına karşı Çin’in baskılarını “soykırım” olarak tarif etti. Biden’ın iç siyasetteki kutuplaşmayı aşabileceği önemli başlıklardan birisinin Çin olması da akıldan çıkarılmamalıdır. Bu yüzden en rahat açıklamalarını Çin konusunda yapan Biden “Çin’in ekonomik suiistimallerini durduracağız, saldırgan ve zorba adımlarına cevap vereceğiz” dedi. “Çin’i püskürtme” şeklinde isimlendirdikleri yaklaşımlarını Biden dahil yeni yönetimden birçok isim şimdiden telaffuz etmiş durumda.
Burada sorun “bu püskürtmenin” gerçekçi zemininin ne kadar olduğu ve Biden’ın Obama dönemindeki “stratejik sabır” yaklaşımını benimsediği takdirde “püskürtmeye” ne kadar alan açabileceği. Çin-ABD rekabetinin tabii sonuçları bütün Pasifik bölgesinin yanında küresel neticeleri olacak bir gelişme. Bu rekabetin zemininde zıt pozisyonlarda odaklanmış iki ayrı aktör bulunuyor.
Çin’in önümüzdeki yıllarda Amerikan ekonomisini geçeceğine dair yaygın bir kanaat bulunuyor. Bu sadece beklenen bir gelişme değil ölçek ekonomisinden dolayı kaçınılmaz bir neticedir. Ekonomik büyüklük elbette tek başına jeopolitik rekabette güç dengesini belirlemiyor. Ancak bizatihi ortaya çıkan rekabetin bazı sonuçları olacağı muhakkak. Mesela bu rekabetin neticesinde küresel düzeyde ve bölgesel düzeyde bir güç paylaşımı çıkması, Çin hegemonyasının doğuşu, ABD’nin tekrar küresel jeopolitik gücüne kavuşması veya sıcak çatışmalara da açık yeni bir Soğuk Savaş geriliminin ortaya çıkması ihtimaller arasında.
Küresel hegemonya rekabeti her zaman ciddi gerilimlere ve neticelere yol açmıştır. Bugün küresel düzeyde bir hegemondan bahsedemediğimiz, yeni bir hegemonun da ufukta tam anlamıyla görülemediği bir gri döneme girmiş durumdayız. Çin bir taraftan küresel ekonomik hegemon rolüne doğru ilerlerken küresel siyasal denklemlerde ortaya ne emperyal ne düzen kurucu ne de vizyoner bir yaklaşım koyamamaktadır.
Amerika’nın düzen kurucu rolünü kaybettiği için uzaklaştığı hegemon rolüne Çin’in yaklaşmayarak gelmesi mümkün değil. Son yarım milenyum boyunca ortaya çıkan hegemonlardan farklı olarak İbrahimi gelenekten gelmeyen, son beş yüz yılın küresel hegemon dil ailesinden olmayan, imparatorluğun ve hegemon olmanın alameti farikası olan çoğulcu kültürü taşımayan bir güç yeni bir hegemon tarifi anlamına geliyor. Bu yeni çerçevenin ortaya koyacağı vizyonun üretim gücü, meta arz kapasitesi ve finansman imkanları kadar küresel olup olamayacağı tartışmalıdır. Tam da bundan dolayı bugün tartışma Pekin’in tekno-milliyetçilik ve ticaret savaşlarına indirgenmiş durumdadır.