Beybun

Zeynep Kılıç Yazdı:

Beybun

Ağır kokmuyordu, kokusu çok hafifti aynen kendisi gibi narin belki biraz da hüzün, gizem kokardı. En hafif esinti de bile pır, pır eder, titrerdi beybun.  Altın hızma gibi topuzumsu başı stepler de bile olsa kendine yer bulurdu. Özellikle baharları çok sever yazın sıcaklığına tahammülü olmaz kurur. Fakat tohumunu mutlaka yere bırakır ve başka bir bahara umut, umut yeşermek için kendini kızıl toprağın bağrında saklardı. Böyle garip bir şeydir. Baharda ıhlamurumsu tül, tül olurdu. Kuruduğunda ıhlamur gibi hastaya buram, buram nefes olur. Hâlbuki çoğu kimse bilmezdi onu. Sıradan bayağı bir ot sanırdı onu. Ama o çok vefakârdır kendini belli etmeden. Hep ücrada, tenhada yeşerirdi. Kendi halindeydi. Bakım ilgi istemezdi baş tacı olmayı ise hiç ama hiç, başı ağrıyana ise iyi gelirdi.

 Taşra ile büyük kent arasında mekik dokuyordu bu sefer Beybun, okuyordu. Adam olacaktı,  umut olacaktı, gelecek olacaktı taşralılar için. Bütün hıncıyla yükleniyordu kendine, savaşıyordu hırçın doğayla, gaddar sistemle ve de kahverengi kaderi ile ila da okuyacaktı ila da okuyacaktı. Ama nasıl ama dershanesiz ama nasıl ama sırasız ama nasıl ama kitapsız, ama ne zaman ama soğuk şubat döneminde… Olsun beyninde ki matrixinde oynuyordu okumuş, adam olmuş adamların senaryosunu. Gören kendi kendine delirmiş sanıyorlardı. Dışarıdan imtihanlar vardı o da yazılmıştı bu küçük bir adım olsa da onun için aslında büyük bir adımdı.  Bir baktı vermiş tüm imtihanları aman Allah’ım Beybun ortaokul mezunuydu artık. Deliler gibi seviniyordu aynı heyecanla imam hatipten Lise imtihanlarını verir vermez komşudan almış üniversite soru bankası kitapları. Gören yok daha neler Beybun kafayı üşüttü derlerdi. Ama olsun o çoktan kafayı yemişti zaten. Okuma aşkına… Okumak için her şeyi göze almıştı, kafasının dikine gidiyordu büyüklerin sözlerini dinlemiyordu. Gelecekten bi haber davranıyordu.  Büyüklerin tecrübeleri ile sabit uyarmaya çalıştıkları dıştaki çetin ceviz dünyayı tınlamıyordu. Deli cesareti idi onun ki. Olsun âlime olacaktı ya bunlar bilmiyorlardı, geleceği öngörmüyorlardı küçük ve aciz bir Beybun kadar. Deliğinden çıkarsa ejderha gibi onu yutacak sistemden bi haberdi ya da kıyıda kuytuda bir kaçamak yol bulup yeryüzüne çıkıp nefes alacaktı. Planlar, planlar projeler… Beybun’un iç dünyasında fırtınalar kopuyordu. Kızım kendini ne sandın da sözleri bir kulağından girip diğerinden ışık hızıyla çıkıyordu. Sabrediyordu, saklıyordu sırrını içinde, tırtılla, börtü böcekle kelebekle bile paylaşmazdı ama yüzü güneşe hep dönük tebessüm, tebessümdü. Sistem Beybun’u hiç sevmedi,  kader ise onunla hiç barışmadı ama olsun o ne sistemciydi ne de kaderci. İnadına delecekti karadan kaderini de demir pençeden sistemi de. Kaderi de değiştirecekti kendince sistemi de. Ve bata çıka bata çıka çıkmıştı büyük bir everen anlamına gelen üniversitat’ın demir parmaklıkları andıran kapısından ürkek, ürkek. Kaderi yenmişti herkes vay be neymiş bu Beybun kimmiş meğer bu Beybun yahu hayretler içinde der dururken, kimisi hayır ya Beybun mektep nedir bilmez ki dershaneyi hiç bilmez evden dışarı başını bile çıkarmaz ki. Ama vallaha da billaha da Beybun isyan etmişti, kadere de sisteme de inat yüzlerce suali delip geçmişti imtihanın zorlu kapısından. Ama yine de arkadaşlarıyla eşit haklarla değil sistem Beybunu olsa olsa zoraki hususi bir mektebe yerleştirmişlerdi ayıp olmasın diye. Köyden inmiş şehre Beybun ama gafil ama masum ama saf. Şehrin hengâmesinden debdebesinden bi haber. Daha doğru dürüst resmi dili  bile bilmezken taşranın tozunu, toprağını, kisvesini, şivesini bile üstünden atmazken düşmüştü eğitim dili yüzde yüz ecnebi dili olan hususi bir mektepe. Ortam çok garipti onlar bir dünyadan beybun bambaşka bir dünyadan. Ne yapacaktı bir kere kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüştü Beybun. Eve dönse el âleme rezil u rüsvay olur mektepte kalsa mektepten atılır öyle bir mektep ki yazın bile Beybuna geçme hakkı vermezlerdi. Beybun gün be gün mum gibi eriyordu. Çukurova’nın kavurucu sıcaklarında… incirlik üssünden gelen ecnebi hocalar bile takıyordu Beybuna. Kimisi imam hatipli, kimisi terörist daha dağa çıkmadın mı der durur takılırlardı. Ama olsun Beybun hiçbir zaman gücenmezdi herkese gülücük dağıtırdı. İmam hatipliği de yadırgamamıştı memleketinden dolayı kendisine yapıştırılan teröristlik yaftasını iyimsere bağlardı da şakadan alırdı. Çünkü Beybun coğrafyasıyla milleti ile ve de kaderi ile barışıktı. Halbuki  Beybun ne Profların ne  sistemin korktuğu imam hatipti çünkü kadından imam hatip çıkmazdı. Ne de korkuyu terörü, teröristi severdi ki terörist olsun. Fakat Beybun olsa olsa ebazer gibi tek başına bir ümmeti belki yalnız gezen yalnız ölen yalnız haşrolacak olan. Ya Beybun yasağı delse diye yedi yirmi dört peşinde giden güvenlikçiler acaba aynı anda fırsatçılık mı oynuyordu, Beybunun arkadaşlarının takılarak dediklerine göre. Ama olsun Beybun ne kadar şerefi ile başını dik tutsa götürebilse, taşısa mektebin  ta orta  yerine yüklendiği ilahi misyonunu.. Onun için her bir adım bir fetihti adeta iffet uğruna örtü uğruna.  Kendini dinin  sancaktarı sayardı adeta kurula, kurula.. Bir Musap gibi terk etmişse de şanı, şöhreti ihtişamı, miskten amberden kokuları ipekten elbiseleri.. Beybun ölüm kalım savaşı veriyordu. Ya sınıfta kalsa kimseye demeden kaşağıda ki Hasanın andırırcasına gün be gün eriyordu. Allahın bir kulu çıkıp da tutmuyordu Beybun’u elinden. Çünkü eğitim dünyasına çok yabaniydi, yabanıldı. Beybun, bir gün aklına esti hafızlık yöntemini denedi her şeyi beynine beynine attı ezberlerdi ecnebice dersleri çarşaf çarşaf.. Ve imtihanlara girdi beybun bir bakmış ortalamayı fırlatmış ve Beybun Allahu ekber diye helezonvari sıçradı yerinden bu sefer kesin mektepli olmuştu. Mektepten (üniversiteden) kovulmayacaktı hiçbir güç onu bu sevdadan alıkoymayacaktı. Beş yıl boyunca Beybun hafızlık yönteminden hiç ayrılmadı. Ezberledi, ezberledi durdu hafızlar gibi. Sistem ezberi severdi ya.. Beş yıl oldu geçti Beybun artık çiçeği burnunda taze bir mezundu hem de ecnebi dilinden mektebi bitirerek.. Teklifler gelip gidiyordu Beybun’a. Tek bir problemi vardı yine o bir adım fazla taşımaya çalıştığı başındaki iffeti çıkarsa ona çok iyi paralar çok iyi  beynelmilel sefarelerde (elçiliklerde) iyi teklifler gelecekti. Beybuna ipekten vazgeç dediler Beybun ilk başta anlamadı İpeğin ne olduğunu sonra dank etti. Beybun ipek yoksa ben de yokum diye teklifleri reddetti.  İpek sözü başörtüyü sembolize ettikleri bir semboldü. Beybun yine Allahın bir kuru havasına kalacaktı. Çünkü elinin tersiyle itmişti kendine açılan bütün şatafatlı kapıları. Beybun bu sefer hiç görmediği İslambulun yoluna düşmüştü. Daha yükselecekti doymamıştı istediği ilmi irfanı bulmamıştı. Varmıştı İslambola ama şehir kocamandı korkuyordu ya kimvurduya gitse. Bundan dolayı on beş gün boyunca hiç dışarıya çıkmadı. İslambul’u dört duvar arası olarak biliyordu. Millet girip çıkıyor, geziyor, tozuyor, Beybun hala yerinde sayıyor, soruyorlardı ona her gün merakla hala dışarıya çıkmadın mı Beybun? O ise yo ben böyle iyiyim masum, masum cevap vererek. Bir gün Beybun yatıyordu rüyasına cepkenli, yeleği ile şalvarıyla entarisi üstünde olan küçük bir Osmanlı çocuğu geldi. Başında kırmızı fesi vardı çocuğun. Beybun çocuğa sordu sen kimsin çocuk cevapladı: benim babam Yavuz’dur annem ise Selimedir. Ve Beybun’a sen niye dışarı çıkmıyorsun artık çık diyordu. Beybun rüyadan bir hışımla sıçradı. Aman Allah’ım dedi, bu da kimdi yol adres bilmeden kendini dışarı atmıştı, çıkmalıydı. Kıracaktı zincirleri yek başına da olsa. Yürütecekti karadan gemileri Fatihin 1453’te yürüttüğü gibi. Üsküdar sokaklarına inivermişti bir anda ha gayret gidiyordu kendine karşıya geç Beybun diye telkin veriyordu. Beybun Türkmen diyarından geldikleri herhallerinden belli birkaç abiyi takip ederek o gün Eyüp sultana gitti. Eyüp hazretlerini ziyaret etti akşam eve döndüğünde tüm dünya Beybun’undu. Giren çıkan Beybun yine evde oturuyor sanmıştı. Beybun çocuklar gibi şendi tuhaf, tuhaf bir gülümsemeyle etrafına bakınıp duruyordu. Fakat hiç kimse anlam vermemişti, Beybun’un bu tuhaf haline. Etraftan ev arkadaşları Beybun iyi misin bişeyin mi var. Beybun yo, hiç, dışarı çıktım bu gün diyince tüm arkadaşları coştu. Nerdeyse herkes Beybun’un bu cesaretvari halini kendini aşmışlığını kutlayacaktı.  Beybun okuyordu gel zaman git zaman şehir artık Beybun’un elinde bir taşraydı. Hatta ve hatta Beybun tek başına Avrupa’ya gitti. Savaşlar olmuş şehir değişmiş ensarıyla muhaciriyle dolup taşmıştı. Beybun eşi, dostu, akrabayı ziyareti severdi. Bir gün yakınından biri beybun taşraya gidersen nolursun bahtına düştüm bize bu ıhlamurumsu beybun otundan getir kışın ilaç gibi gelir gribe, nezleye her derde devadır. Beybun tamam tamam, der durur geçiştirirdi.. Aradan yıllar geldi geçti Beybun hala bu kokulu beybun otundan getirmedi eşe dosta.  Muhacir emmi giderek hastalanmıştı fakat hala bu beybundan bir yudum içmedi. Beybuna her sorduklarında Beybun, memlekete beybun otu var mı.  Beybun inan, inan memlekette beybundan eser yok. Kökü kurumuş artık kimyasal atıklardan, gübreden, zirai ilaçlardan beybun diye bir şey kalmamış diye kendini affettirmeye çalışırdı. Aradan yıllar geçtikçe muhacir emmi daha da ağırlaştı. Beybun artık taşıyamadığı bu şehirden, ağırlığından yaşamından çektiklerinden belki de çilelerden kaçmıştı. Ne muhacir emmi ile vedalaşarak ne de ne eş dost akraba ile.. Beybun çok çekmişti çünkü garip gurebayı savuna, savuna kolaya kolalaya nerdeyse vatan haini bellemişlerdi onu, her şeyinden oluyordu onca emek verdiği okumayı tüm herkesi karşına aldığı okuma sevdası adına. Ama konuşmalıydı ya hayrı konuşmalıydı ya da sukut edip susmalıydı Peygamberin desturuyla.. Beybun herkesten tiksinmişti şehirden kaçarcasına kimseyle vedalaşmadan çoktan gitmişti bu şehirden. Oh be, Beybun rahat bir nefes almıştı taşrada. Elinden gelse inzivaya çekilecekti münzeviler gibi. Dünyayı içindekileri de onlara dünyalılara bırakacaktı. Etrafa çıkıp kolaçan ediyordu. Gökyüzü burada masmavi idi tertemizdi, masumdu. Kelebekler umutla aşkla şevkle uçuşurdu gülün sümbülün çiçeklerin üstünden.. Bahar Arap saçına dönmüştü birbirine karışmış çayır çimen her yer yemyeşildi. Gözün alabildiğince akıp giden Mezopotamya ovası adeta bir denizi andırırdı.. Motif motif desen desendi. Dağlar taşlar telkari gibi işlenmişti.. Fakat Beybun çoktan unutmuştu bu şifalı ıhlamurumsu otu. Bir ara şehirden haber geldi muhacir emmi çok hastaydı. Beybun çok üzülüyordu. Kara, kara düşünüyordu. Beybun bir gün etrafta gezinirken birden gözüne bir şeyler ilişti aman Allah’ım bir de ne görsün bu oydu Beybun otuydu.  Beybun sanki bir haberci olup çıkmıştı karşısına sırtında sarımtırak postuyla. Yıllardır saklanan beybun birden belirivermişti karşısında. Onunla konuşuyordu. Beybun’un bu ıhlamurumsu ota eli gitti sonra umutsuzca beybun diye bıraktı… Gözleri doldu sırtını Beybuna döndü bahara küsercesine beybuna darılırcasına.. Beybun hazin hazin geç kaldın Beybun çok geç… Ne önemin var ki hüzünden hazandan başka. Sarımtırak rengin bana ışığı, güneşi değil meçhulu, melankoliyi, bilinmezliği okuyor. Kokun Yusufun hüznünden bir gömlek esip esip duruyor.. Ama kirlenmiş ama yırtık pençeleri arasında israiloğullarının… Secde ederlerse 11 yıldız ay ve güneş gibi huzurda alırları mı beratlarını affından Rahmanın.. esme deli deli ey beybun hiç iyi değilim dönüp dolaşma etrafımda, başım dönüyor açmazsan hasretten kötürüm olmuş yaşlı gözlerini ihtiyar bir nebinin kutlu bir peygamberin…Kalsın yine hasretin ey beybun sararmış iki yaprak arasına donmuş kalmışçasına. Tarihe not düşercesine..                                                                                                                                                                                                                                        Kaynak: Farklı Bakış