Milat Gazetesi'nden eğitimci yazarAli Aydın yazdı;
Eğitim hem siyasi tarihimiz ile ilgili, hem aktüel siyasi tartışma konu başlıklarımızdan birisi kuşkusuz. Öte yandan hem bir sosyal mühendislik alanı, hem de çeşitli toplum kesimleri açısından bitmek tükenmez bir mücadele alanı. Tam da bu yönleriyle çok da tartışmalı.
Fikir Coğrafyası YouTube kanalında Abdulbaki Değer ile birlikte hazırladığımız ve 15 günde bir yayınlanan ve ağırlıklı olarak eğitimi konu ettiğimiz A4’te, bu hafta sosyal bilimci Prof.Dr. Besim Dellaloğlu konuğumuzdu. Besim hoca ile eğitim üzerine 2 saate yakın bir sohbet gerçekleştirdik. Eğitim kavrayışının teknik bir yüzeysellik ile malul olduğu ülkemizde bu tür sohbet ve değerlendirmelerin konuyu tartışma düzeyimize ciddi katkıları olacağını düşünüyorum.
Program boyunca eğitimi, kültür ve modernleşme gibi kendisini kuşatan 2 büyük başlık içinde analiz etmeye çalıştık. Besim Hoca eğitimi son yayınlanan Poetik ve Politik isimli kitabında yapmış olduğu üçlü kültür tanımı içerisine yerleştiriyor ve çözümlemesini bu doğrultuda yapıyor. Kültürü, antropolojik kültür, müfredat ve maarif olarak tanımlıyor. Bu tanıma göre antropolojik kültür; kişinin içine doğduğu kültür. Müfredat; kamusallık içerisinde üretilen edebiyat, sanat ve düşünce alanında üretilen birikim. Maarif ise ulus-devlet formu içerisinde formatlanan cari zorunlu-kitlesel eğitim.
Programda kültür ve modernleşmeden kültür savaşlarına, kamusallıktan sivilliğe, özerkliğe ve üniversiteye uzanan bir hat içinde Besim Dellaloğlu’nun analiz çerçevesine bağlı kalarak eğitimi tartıştık. Meraklı ve ilgilisinin olacağını varsayarak program linkini burada paylaşmak isterim:
https://www.youtube.com/watch?v=ZnD99gRugko
***
Bu vesileyle biraz da Poetik ve Politik üzerinde durmak istiyorum. Kitap "bir kültürel çalışmalar ansiklopedisi" alt başlığıyla yayınlandı. Kitabın ilk maddesi olan kültürü tanımlarken Besim Hoca müfredat ve maarif kelimeleri ile bu tanımı yapıyor ve daha kitabın girişinde bu kelimelerin kitap boyunca yakamızı hiç bırakmayacağını okuyucuya haber veriyor. Dolayısıyla Poetik ve Politik eğitim üzerine bir okuma yapmak isteyenler için de bir kaynak. Bilhassa Ortaçağ eğitim kurumları olarak üniversite ve medrese hakkında önemli bilgiler veriliyor kitapta.
Dellaloğlu, Avrupa'da üniversitenin 12. yüzyılda ilk olarak Bologna şehrinde ortaya çıktığını ve 1451 yılına gelindiğinde tüm Avrupa'da 50 civarında üniversite olduğu belirtiliyor. Üniversiteler başlangıçta kalıcı bir binaları bile olmayan "zihin zanaatkârları"nın lonca hareketleri halindeki örgütlenmişler. Hocalar ve öğrenciler ayrı ayrı loncalarda organize olmuşlar. Bu hoca ve öğrenci loncaları zamanla üniversiteye dönüşmüş, mesela Paris Üniversitesi hocalar tarafından oluşturulurken Bologna Üniversitesi’ni öğrenci loncası kurmuş.
Hoca loncaları belli alanda uzmanlıkları olan hocaların düzenli bir program dâhilinde dersler düzenlemesiyle ortaya çıkarken, öğrenci loncaları da belli konularda uzmanlık talep eden öğrenci gruplarının, ilgili konulardaki hocalarla anlaşarak onlardan ders talep etmeleriyle gelişmiş. Hocalar her yerde ders verebilme hakkına sahipmiş. Zira hocalar ve öğrenciler üniversiteden üniversiteye gezebiliyorlarmış.
Üniversitelerin kendi mekânlarının olmayışı onlara özgürlük imkânı sunmuş, bu durum şehir burjuvazisiyle yaşanan sorunlarda dersleri kesip başka şehirlere göç etme kolaylığı sağlamış. Grev ve şehri terk etme kozu loncalara güç vermiş zira şehrin ekonomisinin zarar göreceğinden korkan şehirli eşraf, üniversitelere bulaşamıyormuş. Zira üniversiteler Avrupa’nın her yanından 14 ila 40 yaş arasındaki öğrencilere açık olduğu için ciddi bir ekonomi teşkil ediyormuş.
Üniversite hocalarının bir özgürlük alanının da eğitimin örgütlenmesinde müfredatın, derslerin, sınavların, lisans mastır ve doktora derecelerinin yeterlilik koşullarını belirmek olduğunu öğreniyoruz Dellaloğlu'ndan.
Üniversitelerin özerkliği fikri, siyasi otoritelerle çatışmalar sonucunda çıkmış. 1229'da krallık güçleriyle karşı karşıya gelen öğrenciler, bu kanlı olaylardan sonra üniversite özerkliğini kazanmışlar ve kendi normları, hukukları olan kurumlar haline gelmişler. Öyle ki üniversitelerin kendi mahkemeleri ve cezaevleri bile varmış o dönemde. Dolayısıyla ulus devlet öncesi yapılar olan üniversitelerin genetiğinde sivillik ve sokak olduğunu görüyoruz. Keza ulus devletler de kuruldukları sıralarda üniversiteyi tanımış, baş tacı etmiş, önünde eğilmiştir. O dönemin üniversiteleri şimdiki devlet tarafından inşa edilen modern üniversiteler gibi iktidarın önünde secdeye kapanmamışlardır.
Modern dönemde hiçbir alanın siyasetten özerk olamaması gerçeğinden üniversiteler de paylarını fazlasıyla alıyorlar. Dellaloğlu, bunun bizdeki tezahürünü "gecikmiş ve aceleci ulus devlet tecrübeleri tasfiyelerle, yıkıp yeniden yapmalarla dolu bir üniversite tarihi üretmiştir... Türkiye'de üniversite tarihi tasfiyelerin tarihidir." şeklinde betimliyor.
Üniversitenin siyasetten özerkliği ulus devlet sürecinde hiçbir zaman söz konusu olamadı. Ortaçağ’da kendi hukuklarını üretebilen, krala rest çekebilen üniversitelerin bugünkü yaşadığını, esaret ve zillet olarak niteleyebiliriz ancak.
Üniversitelerin tahrip edilmiş ve çürütülmüş bir müesseseye dönüştüğünden yakınan Nurettin Topçu’nu altmış yıl önce ifade ettiği gibi; öğrencisi diploma avcısı, hocası da düşük bordrolu bir büro müstahdemi haline getirilen üniversiteler ilim ortamları olma özelliğini kaybetmiş durumda.
Poetik ve Politik’ten mülhem tek başına bu üniversite başlığı bile kendi başına eğitimde bugünümüzü anlamak, eksik ve noksan olanı görmek için önemli bir kesit sunuyor