ürkiye Cumhûriyeti , târihinin en hayâtî kararlarından birisine imzâ atarak Libya’daki yegâne meşrû güç olan Ulusal Mutabakat Hükûmeti ile anlaştı. Karşılıklı olarak deniz yetki alanlarını belirleyen bir anlaşma kaleme alındı ve taraflarca onaylandı. Bu sûretle Türkiye sâdece bir “kara” değil; aynı zamanda bir “deniz” cumhûriyeti olduğunu dünyâya ilân etmiş oldu. Bu anlaşma, Mısır, BAE, Suudî Arabistan, İsrâil ve Yunanistan tarafından ayakta tutulmaya çalışılan Eastmed anlaşmasını etkinsizleştiriyordu. Eastmed’in tarafları hızla, Libya’daki uzantıları olan Hafter’i harekete geçirdiler. Esasta Bingâzi’de konuşlanan , ama coğrâfî olarak memleketin neredeyse % 80’ini denetimi altında bulunduran Hafter’i, Türkiye ile anlaşmayı imzâlayan ve esas olarak Trablus’da konuşlanan; ama Libya nüfûsunun %60’ından fazlasının yaşadığı coğrafyaları denetimi altında bulunduran Serrac ve başında bulunduğu Ulusal Mutâbakat Hükümetine karşı saldırttılar. Ama Türkiye bir gambot siyâsetiyle devreye girdi. Bununla kalmadı. Doğu Akdeniz’de tutunmak isteyen Rusya ile birlikte hareket ederek tarafları ateşkese iknâ etmek için girişimde bulundu. Serrac Moskova’daki toplantıda üzerinde çalışılan ateşkesi imzâladı. Sıkışan Hafter ise kaçtı. Türkiye açısından murâd edilen hayâta geçmiş ve Trablus rahatlatılmış; Hafter köşeye sıkıştırılmıştı. Sıra Berlin’de yapılacak çok taraflı görüşmelerdeydi.
Biz Türklerin, çalışılmamış ve gizleri olan tuhaf bir zihin dünyâsı olduğuna gittikçe daha fazla inanıyorum. Her süreci, “trajik” ve “finâlist” değerlendirmenin konusu hâline getirmeye o kadar teşneyiz ki. “Maçlarımızı birer finâl maçı gibi oynayacağız” ifâdesinin sâdece futbol için geçerli olmadığını düşünüyorum. Bu bakış topyekûn bizim dünyâ görüşümüz. Berlin Konferansı’na da böyle baktık. Bunun Libya’nın mukadderatını belirleyen, kuvvetli yaptırımlarla donatılmış nihâî kararların alındığı süreç olduğunu düşünenler o kadar çoktu ki. Ne tuhaftır ki, böyle düşünmesi ve değerlendirmesi muhtemel olan kitleyi uyarıp, Berlin Konferansı’nı doğru ve ölçülü yerine koyması beklenen “dış politika uzmanları”nın azımsanmayacak bir kısmı bile Berlin’e finalist bir eksende bakmaktan alıkoyamadılar. Bakış, niyet, doğrultu ortaya koyan ifâdeleri birer kesinleme ve yaptırım olarak gördüler. Tartışma “kim kazandı, kim kaybetti?” gibi bir basitleme dâiresinde yapıldı. Manâsız bir şekilde, kim Tayyip Erdoğan’a muarrız ise Berlin’in gâlibi “Hafter ve onu destekleyen diğer devletler” ; Tayyip Erdoğan’a kim kendisini yakın hissediyorsa “Türkiye ve Sarrac” cevâbını verdi.
Berlin Konferansı’nda ne Türkiye’nin tezlerinin, ne de Trablus üzerinden Libyâ ile imzâladığı Deniz Kullanım Anlaşması odaktaydı. Türkiye’nin Berlin’deki varlık sebebini sorgulayan da yoktu. Burada Türkiye’nin başarısı ,düne kadar Libya’da esâmesi bile okunmazken, bugün başat aktörlerden birisi hâline gelmesiydi. Bu kadarı da kâfi idi. Kaleme alınan bildirinin ise hiçbir yaptırım içermediğini, meseleyi BM’ye havâle etmesinden anlıyoruz. Toplantıların Berlin’de yapılmasının genelde AB, ama daha özelde Almanya’nın meseleye vâziyet etmek ve kontrolü kaybetmemek istemesiyle alâkalı olduğunu düşünüyorum.
Mağrib bizim Maşrık’a benzemez. Mağrip Avrupa’ya Maşrık’tan daha; ama çok daha yakındır. Avrupa tesiri bu coğrafyada çok ama çok derinden hissedilir. Bu coğrafyada haris patron Fransa’dır. (Elbette bu sebeple tek başına , Türkiye ve Rusya’nın Libya’da boy göstermesini istemeyecektir). Fransa’nın nüfûzu, Maşrık’ı (Cezâyir, Tunus, Fas ve Libya); Moritanya, Burkina Faso, Çad, Senegal, Eritre, Sudan ve Nijer’den mürekkep “Sahel” coğrafyası ile kopmaz bir bağ içinde görür. Bunun için hırsla Libyâ’ya ilk saldıran devlet Fransa olmuştu. Ama Kaddafi’nin çöküşü sonrası Libya’nın kaosa sürüklenmesi bir barajın kapağını kaldırmış ve Avrupa’ya İtalya üzerinden bir Afrikalı göçünü başlatmıştır. Fransa’nın bu fikirsiz hareketi en başta İtalya ve Almanya ile arasında bir çatlak oluşturmuştur. (Hatırlayalım AB Toplantılarında İtalya, Fransa ve Almanya’ya kızgınlığından dolayı mutad Üçlü fotografında bile yer almama kararı vermişti). Berlin Konferansı esasta demografik tehlikenin bertaraf edilmesinin imkânlarını ele almak içindi. (Yunanistan’ın merkeze Türkiye-Libya Deniz Anlaşmasını koymak istemesi bir öncelik saptırması olarak Almanya’yı kızdırmış ve Yunanistan’ı dışlamasına yol açmıştı). Hafter-Sarrac savaşı devâm ettiği müddetçe bu yasadışı göçü kontrol etmek imkânsız olacaktır. Almanya ve İtalya için Libyâ Barışı’ndan anlaşılan buydu. İkinci derecede mühim olan ise iç savaş sebebiyle “mevcût” Libya hidrokarbon varlığının çıkarılması, işlenmesi ve taşınmasında yaşanan aksaklıklardı. Meseleyi boyutlandıran diğer bir husus da petrol parasının paylaşımıydı. Bunlar Avrupa Üçlüsü için ortak bir meseleydi. Berlin Konferansı bir Libya-AB odaklı konferanstı. ABD’nin düşük profil sergilemesi de bu yüzdendi. Doğu Akdeniz petrollerinin paylaşımı ve husûsen de Libyâ ve İtalya’nın burada maksem rolü oynaması sonraki meseleler…