Berlin ile Konuşmalar (1-2): Yumurtalar, Omlet ve Ölüm

Vahap Coşkun Independent Türkçe için yazdı

Berlin ile Konuşmalar (1-2): Yumurtalar, Omlet ve Ölüm

Berlin ile konuşmalar (1): Zalim bir yetenek

İranlı felsefeci Ramin Jahanbegloo, ölümünden on yıl kadar önce yirminci yüzyılın en büyük siyasi düşünürlerinden biri olan Sir Isaiah Berlin ile bir söyleşi yapar.

Söyleşi ilgi çeker, yayın evi Jahanbegloo’dan söyleşilere devam etmesini ister. Jahanbegloo, Berlin ile birkaç kez daha buluşur, uzun uzun sohbetler edilir ve bunlar nihayetinde bir kitap olarak yayınlanır.*  

Kitap, okurunun hem Berlin’in hayatına daha yakından nüfuz etmesini sağlar hem de onu düşünce, siyaset ve edebiyat dünyası içinde keyifli bir yolculuğa çıkarır.

Berlin, gerek kendi dönemlerine gerek sonrasına damga vurmuş düşünürler, yazarlar ve siyasetçileri bir güzel süzgeçten geçirir ve bir kesinlik iddiası taşımadan onlara ilişkin görüşlerini paylaşır.

Kışkırtıcı sorulara karşı ilham verici cevaplar verir. 

Berlin, 1909’da Riga’da doğar. Babası bir kereste tüccarıdır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra akrabalarından hiçbiri idam edilmez, hatta tutuklanmaz.

Kendi ifadesiyle “terör, her taraftadır” ama onun ailesine ulaşmamıştır.

Karışık bir dönemdir; birçok kişi terör eylemlerinin ve yargısız infazların kurbanı olur, sosyal ve ekonomik yoksunluklar insanların belini büker. Fakat onun ailesine özel bir baskı uygulanmaz. 

Babası, iki yıl boyunca, devrimcilerle çalışır. Fakat artık tahammülünün tükendiği bir noktada, fanatik bir hayranı olduğu, İngiltere’ye göçer. Aile, Rusya’dan ayrılırken de herhangi bir problem yaşamaz.

Londra’ya geldiğinde 10 yaşında olan Isaiah’ın çok az bir İngilizcesi, iyi bir Rusçası vardır. Rus klasikleri okuyarak Rusçasını hep diri tutar.

Öyle ki daha sonraları Rusya’yı ziyaret ettiğinde Rusçayı çok rahatlıkla konuştuğundan insanlar onun oranın yerlisi olduğunu sanır. 

Berlin, bursla Oxford’da okur. Talebeliğinin Oxford’u siyasi faaliyetlerin yoğunlaştığı bir mekân değildir. Oxford’da “takipçileri ve muhalifleri olan siyasi, toplumsal ve estetik fikirlerin ateşli savunucusu entelektüellere” rastlamaz, onlarla üniversiteden ayrıldıktan sonra tanışır.

Oxford’daki öğreniminin, kendisinin siyasi ve felsefi yönelimin şekillenmesinde ağırlıklı bir rolü olduğu kanısını taşımaz. Ancak Oxford’daki bir olay hayatını etkiler.

Oxford’un dekanlarından H.A.L. Fisher, sıradan okurlar için popüler kitaplar çıkaran bir yayınevinin editörüdür. Karl Marx üzerine bir kitap yazması için çok sayıda kişiye teklifte bulunur. Hepsi reddeder. O da son olarak Berlin’in kapsını çalar. 

Yarı rahibe yarı fahişe 

Marx’a özel bir ilgisi yoktur Berlin’in. Fakat ona göre Marksizm önemini kaybetmeyecektir. Ayrıca, eğer Marx üzerine bir kitap yazmazsa bir daha Marx’ı okumayacağını da düşünür.

Teklifi kabul eder, Marx’ı okumak için kendini zorlar, Marx ve Marksizm üstüne hummalı bir şekilde çalışmaya başlar.

“Zeitgeist bana da ulaştı” der Berlin;

Karl Marx üzerine bir kitap yazdım ki hala bulunabilmesi benim için sürprizdir.

(s. 28)

Berlin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Washington ve Moskova’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı için çalışır. Dünya savaşın ateşiyle kavrulurken Washington’u “utanç verecek ölçüde konforlu” bir şehir olarak hatırlar.  

Moskova ise ilginç bir yerdir. “Hiçbir şey hakkında hiçbir şey açıklamayan memurların” olduğu bu başkentte, Anna Ahamatova ve Boris Pasternak gibi muhalif yazarlarla tanışır. Pasternak ile dostluk kurar, haftada bir onu ziyaret eder.

Ahmatova ile ise sadece iki kez görüşebilir. Bunu yaşamının “en büyük imtiyazlarından ve en çok heyecan veren tecrübelerinden biri” sayar. 

Ne var ki Berlin ile olan muhabbet her iki yazarın da hayatını daha zorlaştırır. 1917’den sonra Ahmatova’nın yabancı bir tek kişi ile görüşmesine izin verilmez.

Ahmotova, dış dünya hakkında çok az bilgiye sahiptir, Berlin onun sorularına elden geldiğince cevap vermeye çalışır. Savaşın bitmesinin ertesindeki “yalancı cennet”te Berlin ile görüşmesi, Stalin’i küplere bindirir.

1948’de Komünist Parti’nin resmi ideoloğu Jdanaov, Ahmotava için “yarı rahibe, yarı fahişe” gibi çok ağır bir tabir kullanır, Stalin dönemi boyunca Ahmotava üzerinde büyük bir baskı kurulur, pek bir şey yayımlanması mümkün olmaz.   

1956’da Berlin, Pasternak’ı bir kez daha ziyaret eder. Doktor Jivago’nun yazarı, onun nezdinde büyük bir şairdir.

Size şunu söyleyeyim: İki tür şair vardı: Şiir yazdığında şiir ve nesir yazdığında nesir yazarı olan şairler, Puşkin gibi örneğin.

Şiir yazdığında şiir yazan ve nesir yazdığında da şiir yazan şairler vardır. Pasternak bu ikinci kategoriye girer.

Onun nesri her zaman şiirseldir, bana göre o fıtraten bir nesir yazarı değildir.

O büyük bir şairdir, son büyük Rus şairlerinden birisidir; üstelik romanı da büyük bir şiirsel eserdir.” (s.35)


“Acımasız bir iblis”

Berlin, iktidara geldiği ilk andan itibaren Hitler’in Yahudilere büyük acılar çektireceğini varsayar.

O acımasız bir iblisti, orası malum.

Nazi rejiminin Yahudileri hapsettirdiğini, öldürdüğünü, zulüm ettiğini bilir. Ancak, Yahudilere dönük dehşetli şeyler olduğunu düşünmesine rağmen 1944’ten önce sistematik bir yok etme hakkında hiçbir şey bilmez.

İngiltere’de veya Amerika’da kimse bana bir şey söylemedi; okuduğum herhangi bir şeyde bunun hakkında hiçbir şey yoktu, belki de bu benim hatamdı.

Bundan utanç duyuyorum… Her halükarda, ben her şeyden bihaber kalmaya devam ettim.

(s. 37)

Doğru bilgiler edinmemesinde elçilikteki aşırı güvenli hayatın rolü olabileceğini belirtir sonradan. Ama her ne kadar kendi suçu olarak görmese de bu bihaberlikten kaynaklanan suçluluk duygusu bir ömür boyu peşini bırakmaz.

Naziler onun iki dedesini, amcasını halasını ve uç kuzenini Riga’da katlederler. Yahudi katliamı hakkında yazmaz.

Bu facia hakkında ne düşündüğü ona sorulduğunda düşündürücü bir yanıt verir: 

Böylesine büyük bir felaket hakkında ne denilebilir?

Bunun, tarihen yanlış olduğunu ispatlayan bir şey varsa o da Marx ve Engels’in sahte peygamber olduğuydu; bir de asimilasyonun umutsuz bir vaka olduğu.

Hiç kimse Alman Yahudilerinden daha derin asimile edilmemişti. Alman Yahudileri, Almanlardan da Almandı; muhtemelen bazıları hâlâ öyledir.

Fransız Yahudileri ciddi biçimde Fransızdı ve öyle de kaldı, fakat gerçek şudur:

Bu insanlar bile böyle bir şeyin olabileceğinden hiç kuşku duymadılar…

Eminim Alman Yahudilerinin böyle bir ihtimali havsalaları almazdı.

Alman vatanperverlikleri çok derindi.


1946’da Londra’da karşılaştığı bir Alman Yahudisi, ona 1933’te Almanya’dan ayrıldığını ve İsviçre’ye yerleştiğini söyler. Berlin de kendisine “kesinlikle daha ilginç olan Paris’e neden gitmediğini” sorar.

Adam neşeli biridir, edebiyat ve tiyatroyla çok ilgilidir. Verdiği cevap ne kadar Alman olduğunun kanıtıdır:

Düşmanlarımızın ülkesine gitmeyi asla hayal edemem.


Eğer bir kimse kendisinin ve halkının başına gelen onca felaketten sonra bunları söyleyebiliyorsa, Berlin, böyle birinin bundan daha fazla Alman olabilmesinin inkâr edilemeyeceğini belirtir. 

“Zalim bir yetenek, bazen de vahşi” 

Berlin, savaşın ertesinde tekrar akademiye döner. 1997’de, Oxford’da hayata gözlerini yumduğu ana kadar düşünmeye, konuşmaya, yazmaya ve üretmeye devam eder.

Milliyetçilik, iki özgürlük anlayışı, değerlerin/normların çeşitliliği ve kültürel çoğulculuk gibi konularda müstesna eserlere imza atar.

Onu tek bir sıfatla tanımlamak zor; “siyaset bilimci”yi reddeder, “filozof”a –nasıl tanımlandığına bağlı olarak- şüpheyle yaklaşır, “düşünce tarihçisi”ne muhtemelen daha az itiraz eder.

Aslında o, bütün bunların hepsidir. 

Sayfalar arasında gezinirken beni en çok çarpan mevzulardan biri, Berlin’in Dostoyevski hakkındaki muazzam analizi oldu.

Dostoyevski ile başı çok hoş değildir Berlin’in, onun Rus edebiyatındaki gözdesi Turgenyev’dir. Ondan çeviriler yapar, ona dair makaleler kalem alır. Ama Dostoyevski’yi çalışmaz.

Bunu iki sebebe bağlar: Sebeplerden biri, Dostoyevski’nin hayat felsefesini kendine yakın bulmamasıdır. Seküler biri olarak Dostoyevski’yi “aşırı dini ve aşırı ruhani” bulur.

Diğer sebep ise, Dostoyevski’yi okuduğunda cesaretinin kırıldığını hissetmesidir. 

Çünkü o insana bütünüyle hükmeder. Aniden bir kâbus içinde bulur kişi kendisini, dünyası takıntılı hale gelir, tekin olmayan bir şeye döner, insan bundan kaçmak ister.

Bunun hakkında yazmak istemem. Benim için aşırı güçlü, aşırı karanlık, aşırı korkutucudur.

Ben iflah olmaz biçimde sekülerim. Onunkisi azizliğin cinnet sınırında olduğu bir Hristiyanlık türü.

(s. 171.) 

Berlin, Kafka’yı bile Dostoyevski’den daha sempatik görür. Çünkü Kafka’da her şey belli bir ironiyle tasvir edilir. Oysa;

Dostoyevski bir büyüteç gibidir. Eğer bir büyüteci güneşte bir parça kâğıdın üzerine tutarsanız, onu kavurur. Kâğıdın şekli bozulur.

Dostoyevski’nin gerçekliğe yaptığı şey budur. Işık öylesine güçlüdür ki kâğıdı yakar. Bu, eleştirmen Mihailovski tarafından söylenmiştir ve doğrudur.

Mihailovski, Dostoyevski’yi ‘zalim bir yetenek’ olarak adlandırır. Bazen de vahşidir.

(s. 171)   

 

* Isaiah Berlin; Isaiah Berlin’le Konuşmalar, Söyleşi: Ramin Jahanbegloo, Çeviri: Zeynel Kılınç, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009.

** Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

Siyaset filozofu Isaiah Berlin, Tüm zamanların en kanlı dönemlerinden biri” olarak tanımladığı 20'nci yüzyılda yaşar.

“Mutlak doğru” iddiasındaki siyasi yönetimlerin nasıl bir cehenneme yol açtığını görür.

“Mutlaklık” karşıtı bir siyaset felsefesinin en parlak savunucularından biri olmasında bu tecrübenin önemli bir yeri olsa gerektir.

DAHA FAZLA OKU

Berlin’in siyaset felsefesinin temelinde insanların birçok amaçlarının bulunduğu, bu amaçlarının çatışabileceği ve insanların bu amaçlar arasında tercih yapma hakkına sahip olduğu düşüncesi yatar. (s.13)  

Ona göre, tek ve biricik bir doğru cevap yoktur. Toplum daimi bir değişim içindedir. İnsanlar kendilerini sürekli olarak yeniden inşa ederler.

Bir başka ifadeyle insanda ve toplumda sürekli bir hareket ve kendini gerçekleştirme hali vardır.

Siyasi bir hareket/amaç ya da bilimsel bir doğru adına insanı/toplumu durdurmak onu öldürmek anlamına gelir. 

Tarihte en iyi hayatın ne olduğunu ve herkes için doğru olanı bildiğini iddia eden insanlar olabilir.

Berlin, kendisinin böyle bir imtiyaza sahip olmadığını belirtir:

Belki de hakiki bir düşünürün sihirli gözünün idrak edeceği bir ezeli doğrular, değerler dünyası vardır; muhakkak ki bu sadece, maalesef, asla mensubu kabul edilmeyeceğim bir elite aittir.  (s. 48) 
Ebedi, değişmez, mutlak, her yerde ve herkes için doğru olan değerlerin olduğuna inanmaz.

Tanrı’nın bahşettiği doğal hukuk gibi değerleri de, bilimsel ve siyasal değerler temelinde bir ütopya kurulmasını da kabul etmez.

Tarih, mutlak doğrular ve değerlere yaslanarak tek bir hat üzerinde ilerlemez, kesinlikler tarihe işlemez.

Kişisel özelliklerle, tesadüflerle, kırılmalarla, gel-gitlerle şekillenir tarih. Dolayısıyla, tarihi “ciddi sapmaların olamayacağı bir otoban olarak görmek için hiçbir neden” (s. 49) görmediğini söyler.  

Ona göre, toplumların aklı yoluyla tek bir doğruya yönlendirilmesi ya da mecbur edilmesi facialara davetiye çıkarmak anlamına gelir.

Her toplum, kendi tecrübesinden süzülen farklı değerler ve normlar geliştirebilir. Değerler ve normların çelişmesi, normal olduğu kadar yararlıdır da. 

“Düzgün, düzgündür”

Peki, insan hakları bu bağlamda nerede yer alır?

Zira insan hakları, evrensel bir inanç üzerine bina edilir. Berlin, evrensel değerlerin olduğunu ve insan haklarının da evrensellik inancına dayandığını kabul eder.:

Evrensel değerler vardır. Bu insanoğluna dair ampirik bir olgudur.

Birçok yerde ve durumda, neredeyse her dönemde, insanların çok büyük çoğunluğunun, gerek bilinçli ve açıktan olsun, gerek davranışlarında, tavırlarında ve eylemlerinde ortaya konulmuş olsun bilfiil ortak olduğu değerler vardır.  (s. 52)
Berlin, insan haklarına inanır ancak bunun değiştirilemez bir listesinin ya da çerçevesinin olamayacağını belirtir. Çünkü ortak değerler olduğu kadar “diğer taraftan büyük farklılıklar da vardır.”

İnsan haklarına inancının temelinde, insanların birbiriyle yaşayabilmesinin “uygun”, hatta katlanılabilir tek yolunun bu olduğu düşüncesi yatar. 

Eğer bana "Uygun nedir?" diye sorarsanız, şunu söyleyebilirim:

Şayet insanlar birbirlerini yok etmek istemiyorlarsa, demokrasi, onların benimsemeleri gerektiğini düşündüğümüz tek hayat biçimidir.

Bunlar genel doğrulardır, fakat bazı değiştirilemez şeyler var, demek değildir. Değişime karşı hiçbir garanti veremem. (s. 121) 
Daha açık belirtmek gerekirse; Berlin, insan haklarına itiraz etmez; onun itiraz ettiği, a priori doğal haklara dayanan bir insan hakları anlayışıdır:

A priori doğal haklar listesini reddediyorum. İnsan haklarına hararetle inanıyorum; bu, bizim hepimizin kabul ettiği daha başka birçok şeyin sonucudur, fakat a priori ispat edilebilir değildir.

Elbette, davranış ve insan faaliyetinin genel ilkelerinin var olduğunu, onlar olmaksızın asgari düzeyde düzgün bir toplumun olamayacağını inkâr etmiyorum.

Bana düzgünden neyi kast ettiğimi sorma. Düzgünden, düzgünü kastediyorum. Hepimiz bunun ne olduğunu biliyoruz.

Fakat eğer bana bir gün farklı bir kültüre sahip olacağımızı söylerseniz, aksini ispatlayamam.  (s. 121)  
“Her düşünce sınanmalıdır”

Bir söyleşisinde Berlin, her düşüncenin mutlak sınanması gerektiğinin altını çizer.

Zira düşüncelerin testten geçmediği toplumların giderek katılaşacağını ve inançların doğmaya dönüşeceğini söyler.

Böyle toplumlarda “hayal gücü yoldan sapar, zekâ kısırlaşır ve bunun sonucunda toplumlar çürür.” 

Berlin’in değerli kılan en önemli özelliği, zannımca, hakikatin anahtarını elinde tuttuğunu düşünen, herkes için en iyinin bilgisinin kendinde olduğuna inanan birilerinin içinde yaşadığı topluma ve tüm insanlığa ne kadar büyük bir zarar vereceğini çok güzel resmeder Berlin.

Özetle şunu der Berlin: 

Eğer bir kişi, parti ya da hareket, tek doğru yolun, tek doğru siyasetin ve tek doğru çözümün kendi yolu, kendi siyaseti ve kendi çözümü olduğuna eminse, o zaman bunu gerçekleştirmek için ödenecek hiçbir bedel ona yüksek gelmez.

Nihai çözümü bildiğinden zerre kadar şüphesi yoksa her şeyi yapma hakkını kendinde bulur. 
Nihai çözüm: Saçma ve uygulanamaz bir fikir

Berlin’e göre nihai çözüm fikri, hem tatbik edilebilme kabiliyetinden yoksundur hem de -dahası- saçmadır. 

Nihai bir çözüm fikrinin bizzat kendisi, sadece uygulanamaz değil, aynı zamanda, şayet benim bazı değerlerin kaçınılmaz olarak çatıştığı şeklindeki fikrim doğruysa, saçmadır da.

Nihai çözüm ihtimalinin -bu kelimenin Hitler döneminde kazandığı ürkütücü anlamı unutsak bile- bir yanılsama, hem de çok tehlikeli bir yanılsama olduğu ortaya çıkar.

Zira böyle bir çözümün gerçekten mümkün olduğuna inanılırsa, o zaman elbette onu gerçekleştirmek için hiçbir maliyetin çok yüksek olamayacağına da inanılacaktır.

İnsanlığı sonsuza dek adil, mutlu ve yaratıcı ve ahenkli kılmak, bunun için ödenecek hangi bedel çok yüksek olabilir ki?

Böyle bir omlet yapmak için, şüphesiz ki kırılması gereken yumurtaların sayısının sınırı yoktur.

Lenin’in, Troçki’nin, Mao’nun, bildiğim kadarıyla Pol Pot’un inancı buydu. (s. 17- 18) 
Kesin çözümün peşinde koşanların kötü niyetli ya da deli olmaları gerekmez. İnsanları bütün dertlerinden kurtarmak, sömürü ve eşitsizliği bitirmek, kardeşliği hâkim kılmak gibi halisane gayelerle yola çıkmış olabilirler.

Lakin zaten sorun da budur; yeryüzü cennetinin anahtarını cebinde taşıdıklarına duydukları sarsılmaz inançtır.

Saf, temiz, pürüzsüz ve her türlü arızadan temizlenmiş doğrularının, yanlış olabileceğine ihtimal vermemeleridir.

Her türlü kuşkudan azade kılınmış doğruların, “en düşünülemeyecek sonuçlara yol açabilecek” derecede korkunç yanlış inançlar ihtiva edebileceğini akla getirmemeleridir.

Cehenneme giden yol, bu kesin inançlarla döşenir. 

Toplumun problemlerinin nihai çözümünün tek doğru yolunu bildiğim için, beşeri kervanı nereye sürmem gerektiğini de biliyorum ve siz benim bildiğim şeyi bilmediğiniz için, şayet amaç gerçekleştirilecekse, sizin en dar sınırlar içinde de seçme özgürlüğüne sahip olmanıza izin verilemez.

Siz belli bir politikanın sizi daha mutlu veya özgür yapacağını veya nefes almanız için daha fazla alan sağlayacağını düşünüyor olabilirsiniz; fakat ben biliyorum ki siz yanılıyorsunuz.

Ben sizin ihtiyacınız olan şeyi, tüm insanların ihtiyacı olan şeyi biliyorum ve eğer cehalet veya kötü niyetten kaynaklanan direnme varsa, o zaman bu yok edilmeli, üstelik milyonları ebediyen mutlu kılmak için yüzbinler telef olmak zorunda kalabilir.

Bilgi sahibi olan bizler, hepsini feda etmeye gönüllü olma dışında hangi tercihe sahibiz?  (s.18)
 

“Son Liberal”

Jahanbegloo “Son Liberal” başlıklı sunuş yazısında, Berlin’e müracaat etmenin “modern dünyada kamusal alanda siyasi karar alma kapasitemizi anlama arayışımızda, güvenilir bir rehbere sahip olmak” manasına geldiğini söyler.

Bu güvenilir rehber, 1997’de dünyadan ayrıldı. Ancak onun kesin çözümlerden, büyük davalardan ve devrim çağrılarından uzak durulması gerektiğini söyleyen sesine, bilhassa liberal değerlerin ıskartaya çıkarılmaya çalışıldığı bugünün dünyasında, çok daha fazla kulak kabartmak gerekiyor. 

Benim gibi, demokrasiye veya insan haklarına veya liberal devlete inanan hiç kimse eleştiriye olan vazgeçilmez ihtiyacı inkâr edemez.

Topyekûn kaos veya felaketi önlemek için fikir birliğine gerek duyulan umutsuz durumlar hariç, eleştiriyi yasaklayan veya kısıtlayan herhangi bir rejim, totalitarizme veya başka bir tür fanatizme doğru yol alıyor demektir.

Bu, apaçık bir durumdur, malumun ilamıdır.

 

 

* Isaiah Berlin; Isaiah Berlin’le Konuşmalar, Söyleşi: Ramin Jahanbegloo, Çeviri: Zeynel Kılınç, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009.

** Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish