Umut, kendini hep yeniden yaratandır. Yoksa yaşam, kurumuş bir ağaca benzer. Ağaç, ama kuru; olmaz…
Görsel: Leo Neo Boy (Pixabay)
Aşağıda okuyacağınız yazı, Bursa Özel Tip Hapishanesi’nde tuttuğum mahpushane güncelerimden bir kesit, 2001 yazı. Ama önce o dönemi yaşadığım mekana yansıyan boyutuyla anlatmaya çalışacağım.
Kanlı F Tipi Cezaevi operasyonları yapılmış, hapishanenin üst bölümündeki mahpuslar kan revan içerisinde F Tipi cezaevlerine yollanmış. Bizi de her an bir yerlere götürebilirler. Öcalan, İmralı’da. Kendini yakma eylemleri nihayet durmuş. Açlık grevleri var. Ölüm orucu da sürüyor. Hapishaneler içeridekilere tam anlamıyla “zindan” olmuş. Kürt hareketi şaşkın ve Öcalan’ın duruşmalarda ve avukatları aracılığıyla paylaştığı notlarındaki “yeni” çıkışını anlamlandırmaya çalışıyor herkes. Öcalan Şeyh Said ve arkadaşlarının Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nda asılarak öldürüldüğü gün (29 Haziran 1925) idama mahkum edilmiş (sonradan idam cezası kaldırılınca “ağırlaştırılmış müebbet hapis”). Ağır bir siyasi atmosfer ve belirsizlik var. Memleket hep olduğu gibi “zor bir dönemden” geçiyor…
İki haftada bir ve bazen daha sık “baskın” tarzı aramalar oluyor, odalarımız talan ediliyor. Her seferinde adından hoşlanmadıkları kitaplarımıza el koyuyorlar. Oradan oraya sürüldüğüm bütün hapishanelerde olduğu gibi Bursa’da da günlük tuttuğum defterlerim, okuduğum kitaplarım, mektuplarım, hatta karikatürlerim cezaevi müdürlerinin ilgi ve alakasına mazhar oluyor. Her seferinde “incelemek” üzere alıp götürdükleri defterlerimin, karikatürlerimin, kitaplarımın peşine düşmek zorunda kalıyorum. Doğruya doğru; önceki hapishanelerin aksine Bursa’da genellikle el koydukları kitap, mektup, karikatür ve defterlerimi geri almayı başardım, bir dahaki “aramaya” kadar hiç değilse. (O dönem mektupları dolayısıyla hakkında dava açılmış ender kişilerden biriyim.) Cezaevi müdürü, “Sen aydın bir adamsın” diyor her seferinde el koydukları eşyalarımı geri verirken, “Ne işin var bunların içinde” dercesine. Klişe cevaplar veriyorum ben de, “Ne sanıyorsunuz bizi” filan. Bu “aydın adamsın” lafına acı acı gülüyorum içimden. Zira arkadaşlarımdan da ısrarlı ve istikrarlı biçimde aldığım en “önemli” eleştiri, hep buydu; “Arkadaşta aydın özellikleri var, çok okuyor” vs.
Koğuşlar arası geliş gidişler yasak. “Ortak kullanım alanı” diye bir şey yok. Ziyaret saatleri sınırlandırılmış. Ziyaretçilerimizin çoğu memleketin “o tarafından” gelen yoksul insanlar zaten. Birinci dereceden (anne, baba, eş, kardeş) akraba olmayanlar ziyarete alınmıyor. Ziyaretten herhangi bir gıda maddesi alınmıyor. Giysiler de çoğu kez “yasaklı renk” muamelesi görüyor, alınmıyor. Cezaevi karavanası, iğrenç. Kantin fiyatları fahiş. Açlık grevinde olmadığımız ender zamanlarda da yarı aç yarı tok yaşıyoruz. Haklarımız askıya alınmış…
O ara hapishanede Hepatit-B salgını çıktı, iyi beslenmeyle tedavisi mümkün bir hastalık bu. Bulunduğum koğuşta (G Blok) 6 hasta arkadaş var, gözlerimizin önünde eriyorlar. Komüncüler sabah kahvaltısında bazen verilen sözüm ona reçellerden, çürük zeytinlerden, tebeşir gibi peynirlerden kısıp onlara veriyorlar. Koğuşlar çok kalabalık. Başka arkadaşlara bulaştırma riski var. Benim de dişlerim ağrıyor. Diş doktoru ayda yılda bir geliyor. Her seferinde bir dişimi çekiyor.
Cezamın infazının tamamlanmasına bir yıl kala ilçe cezaevine sevk isteme hakkım var. O zamanlar, kendimi psikolojik olarak “dışarıya” hazırlamak için ilçe cezaevine gitmek istedim ben de. Aynı durumdaki başka birçok arkadaş gitti. (90’lı yılların ilk yarısında furya halinde tutuklamalar olduğu için 2000’li yılların başında “örgüt üyeliği” cezası verilen çok sayıda kişi tahliye oldu.) Fakat benim dilekçelerime cevap bile verilmiyor, ne olumlu ne de olumsuz. Bunun başlı başına bugünden bakınca “renkli” bir hikâyesi var, anlatırım bir gün. İlçe cezaevine gitmek isteyenlerin dilekçelerine bir hafta içinde genellikle olumlu yanıt verilirken benim istemlerime cevap bile verilmemesi, tuhaftı. “Başıma bir çorap mı örüyorlar?” kaygısı içindeydim…
Uzatmayayım… Açık söyleyeyim, 12 Eylül yıllarında da hapis yattım, fakat o zaman bile bu denli ağır, karamsar bir atmosfer yoktu. Belki gençliğin de etkisi vardır. Hapishaneden eğer başıma bir çorap örmezlerse çıkacağım zaman görünen bir gelecek haline gelmişti ve ben, bir yeniden umut inşa etmek çabası içindeydim… Umut, kendi başına ve öncelikle kendinde başarman, gerçekleştirmen gereken anlamıdır hayatın, bilinciyle…
Bu haftaki yazımı Gezi mahpusları için kaleme almak istiyordum aslında. Onların dışarıya ulaştırdıkları “Moralimiz gayet iyi, çünkü haklıyız” mesajlarına kendimce bir cevap yazmaktı muradım. İhtiyaçları olduğu için değil belki ama yine de, “geçer bu günler de, neler görüp geçirmedik ki” demek için…
Memleketin zor bir dönemine tanıklık olsun diye.
Yıllar önce, bir arkadaşımın mektubunda bir müzik grubunun “Benim hâlâ umudum var” şarkısından bahsetmesinin o karanlık ve belirsiz günlerde bana düşündürdükleridir…
***
“Benim hâlâ umudum var…” diye yazmış mektubunda bir arkadaşım. (Bir şarkı sözü müymüş, galiba MFÖ’nün.) Bu dört sözcüklü küçük tümcenin bilincimde, yüreğimde nasıl yankılanacağını, doğallıkla bilemez, düşünemezdi. “Her şeyi yok eden korkunç bir dünya bu” gerçeğine bakıp, her şeye rağmen umut etmesini, umutları olmasını bilmek gereğinden hareketle…
“Benim hâlâ umudum var” diyebilmek önemli. “…dehşetin karşısında, kavranamaz olanı bile kavrama gücüyle sarsılmadan durmak” gerektiğini söyleyen Adorno’ydu; hani, umudu, ezilenlerin güçsüzlüğüne delalet bir yanılsama olarak değerlendiren Adorno… İyi ama insana “dehşetin karşısında” dahi sarsılmadan durabilecek gücü veren şey, öncelikle umutları değil midir? Dehşete kapılmak, felakete uğramak abartılı söylemler gibi görünebilir, öyledir ya da değildir, ama insanın böylesi duyguların etkisine kapıldığı durumlar, olay ve olgular var sonuçta; kuşkusuz yüreği çarpan insan için. Ve unutmamak gerek; duruşunu sağlam, yürüyüşünü uzun soluklu kılmak, biraz da en olmadık olumsuzluklar karşısında dahi sınanabilecek bir güçle kendini donatmış olmak demektir…
“Benim hâlâ umudum var”; insandaki büyük direncin, en çok da olumsuzlukların en koyu olduğu durumlarda, dile gelmesidir. Umut, kendini hep yeniden yaratandır çünkü. Yoksa yaşam, kurumuş bir ağaca benzer. Ağaç, ama kuru; olmaz… Sulamak gerektir onu, yemyeşil bir güzellik yapmak. İnsan ve yaşamın meydana getirdiği büyük karmaşada, daima pırıl pırıl, taze, diri, korumak, yaşatmak, yaşamak gereken şeydir umut.
Bundandır; en çok uçsuz bucaksız mavilikler anlatır umudu, yani gökyüzü, yani deniz, yani sonsuzluklar… Ve umut, bu büyük karmaşada bir anlam, bir “tuba” belleyip tutunulacak yeşil bir dal, adanacak mavi bir gelecek, yaşanacak hayat ve sırılsıklam âşık olunacak sevdadır…
“Benim hâlâ umudum var” diye okumak gerekir W. Benjamin’in şu sözlerini; “Bir geçiş olmayan, zamanın onda durduğu ve onun tarafından üstlenildiği bir bugün kavramı, tarihsel maddeci için vazgeçilmezdir. Çünkü bu kavrayış, tam da onun kendisi için tarih yazmakta olduğu bugün’ü tanımlar.”
Bugün, bağrında geçmişin gerçeğini, geleceğin ilhamını taşıyandır. Geçmiş yaşanmış, gelecek yaşanacak olandır çünkü. Öyleyse umut, bir gelecek ufku olduğu kadar, bugün’e mal etmemiz gereken irade ve eylemdir. Bugün’de karşımıza dikilen gerçeklere karşı koyma ve onda saklı geleceğin muştucusu olma, bir umut felsefesinde bulur anlamını…
“Benim hâlâ umudum var” demek istemişti Stefan Zweig, eşiyle birlikte Nazi yükselişinin zirvesinde, 1941’de, Amerika’da ölümüne hazırlarken kendini. Az sonra yaşamına son verecek olan birinin, “Güneşin doğuşunu beklemeyi, sizlere, geride kalanlara bırakıyorum” demesi, başka nasıl anlaşılabilir ki? Zweig öldü. Umutları kaldı. Umut asla ölmüyor. Hep devrederek kendini ve üreterek, yaşıyor… Güneş, her gün yeniden doğuyor…
“Benim hâlâ umudum var”, insanı tarif eden bir inattır. Umut, dünyanın bütün dillerinde en güzel, en anlamlı sözcüklerden biridir; boşuna değil. İlla da yaşamak direncini anlatıyor. İlla da ve inadına yaşamak, güzel, mavi ve güneşli gelecekler aşkına…
“Benim hâlâ umudum var.” Okuduğum romanda bir tümcesi kalmış aklımda Catherine Clement’in; “Yaşam, ağlanacak kadar güzel, kanayarak, bütün çiğliği ile kaldığı yerden devam etti.” Öyledir bazen, hayattır, çiğdir, kanamaktadır, ağlanasıdır… güzeldir. Dursun istersin isyanla, durmaz; başka türlü olsun istersin, karşılığını mücadele ederek vermen gerekir. Güzel olan yanı budur biraz da; yaşamın getireceklerini, kaderini yani, gücün ve emeğinle yaratabilmek şansı…
Umut deyince, Blanqui anılmadan geçilebilir mi? O, hep yenilgili eylemlerin adamı oldu; ama adı her zaman saygıyla anılandır. Çünkü o her defasında yeniden denemek gerektiğine inanarak yaşadı. “Orada” denildi onun için, adına yazılan kitaplarda, “yalnız başına karanlık geceye doğru yürüyen adam, Blanqui idi…” O, hep yürüyerek, direnerek yaşadı; tepeden tırnağa umutla. Yenilse de güzeldi, güzellikler içindi; ne çiğliklere pabuç bıraktı, ne de umutsuzluğa, karamsarlığa yer vardı yüreğinde. O, Blanqui idi ve sırrına ermişti ‘en mühim hürriyetin.’”
“Benim hâlâ umudum var.” Çünkü yağmur yağıyor ve hâlâ, yağmurlardan sonra toprak kokusunu duyabiliyor insanlar, toprağı özleyebiliyor. “Bir gün” diyebiliyor, “bir gökkuşağı çıksa…” Burada, her yanımız beton bir mekanda, betonları delip çıkabilen yeşillikler var. Üstlerine beton döküyor zindancılarımız bir daha çıkmasınlar diye, senesi dolmadan yeniden yeşeriyorlar… Hâlâ büyük umutlar, büyük heyecanlar, amaç ve idealler için yaşamak gerektiği inancını hiçbir şeye değişmeyenler var…
Mektup zarflarının içerisinden kurutulmuş gül yaprakları çıkabiliyor hâlâ, bunun sevinciyle kabarabiliyor yürekler… “Bir gün uyanalım ve her şeye âşık olalım” diyebilen düşler kurulabiliyor. Belirsiz geleceklerin belki de güzel sürprizler büyüten ufkunda, “Ne yaptımsa… aşk içindi” diyebilmek şansı hâlâ var, yaşıyor…
“Benim hâlâ umudum var.” Yaşam, sürüyor…
Kaynk: Farklı Bakış