Beni Sadr kandırılmış mıydı?

Yıldıray Oğur yazdı;

Beni Sadr kandırılmış mıydı?

“İran-Irak savaşı sırasında ülkesine ihanet ettikten sonra hayatının sonunda kadar kalacağı Fransa’ya kaçtı. Cumhurbaşkanı seçilmesinden aylar sora liberal unsurlara kilit işler verirken, doğmakta olan İslam Cumhuriyeti'nin devrimci unsurlarına düşmanlığa başlamıştı. Parlamento tarafından görevden azledildikten sonra terörist Halkın Mücahitleri’nin yardımıyla yeraltında saklandı. Bir ay sonra Paris’e kadın kılığında kaçtı. Orada İslam cumhuriyetini yıkmak isteyen terörist gruplarla ittifak kurdu.”

Önceki gün 88 yaşında Paris’te hayatını kaybeden Beni Sadr’ın ölüm haberini İranlı muhafazakarların gazetesi Keyhan böyle verdi.

Cesedini bile böyle tekmeledikleri Beni Sadr, 1980’de Humeyni’nin isteğiyle 48 yaşında devrimden sonra ülkenin ilk cumhurbaşkanı olarak seçilmişti.

Varlıklı bir ailenin mensubu olarak doğmuş, İran’da sosyoloji, Sorbonne’da finans ve ekonomi okumuştu. 1962 yılında CIA’in planladığı bir darbeyle devrilen İran başbakanı Musaddık’ın sıkı hayranı bir İran milliyetçisi ve Şah karşıtıydı.

Şah karşıtı gösterilerde iki kez tutuklanmış, bir ayaklanma sırasında yaralanmış ve Paris’e kaçmıştı.

1970’lerde din adamı olan babasının arkadaşı olarak tanıştığı Humeyni ile yolları 1978’de Paris’te kesişti.

Şah rejimine karşı mücadele eden Humeyni’nin yakın danışmanlarından biri oldu.

O yıllarda Humeyni, İranlılara ve bütün dünyaya İran’da diktatörlüğü yıkıp, demokrasi ve özgürlük getirmeyi vaat ediyordu.

Dünyanın ayakta kalan son monarşilerden olan Pehlevi ailesinin diktatörlüğünden ve şatafatından bunalan İranlı muhafazakarlar, liberaller, sosyalistler Şah’a karşı Humeyni’nin etrafında toplanmıştı.

1 Şubat 1979’da Paris’ten Tahran’a kalkan Air France uçağında Humeyni’nin yanı başında olanlardan biri de Beni Sadr’dı.

Önce Maliye Bakan yardımcısı daha sonra Maliye Bakanı oldu.

Humeyni’nin adayı olarak girdiği 1980’de yapılan seçimlerde yüzde 79 oyla İran’ın ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

Ama özgürlük ve demokrasi vaatleriyle iktidara gelen Humeyni, ABD elçilik baskını ve ardından Irak’ın savaş ilanı ile aks değiştirdi.

Humeyni, elçilik baskını ve Irak savaşını düşmanlarından kurtulmak için bir fırsata çevirdi. Kendisine Şah’ı devirirken destek veren ama sonra ihtilafa düştüğü din adamlarını, milliyetçileri, liberalleri ABD ve Irak ajanlığıyla yaftalamaya başladı. İslami rejime geçiş için bu güvenlik krizini kullandı.

1 Şubat günü Air France uçağıyla Humeyni ile birlikte Tahran’a inen devrimin en önde gelen isimleri de bu tasfiyenin kurbanı oldular.

Bir din adamı olan Hasan Lahuti Eşkavari, Cumhurbaşkanı Beni Sadr’a yakın biri isimdi. 1981’de önce tutuklandı, tutuklandıktan bir kaç gün sonra zehirlenerek öldürüldü.

Devrimden sonraki ilk dışişleri bakanı Sadık Kutbizade 1982’de Humeyni’ye yönelik bir suikast davasından suçlu bulunup idam edildi.

Uzun yıllar Paris’te Humeyni’nin dış ilişkilerini yürüten, devrimden sonra İran’ın ikinci dışişleri bakanı olan liberal İslamcı akademisyen İbrahim Yezdi, konsolosluk baskını konusunda devrim sonrasının ilk başbakanı olan Mehdi Bazergan’la birlikte Humeyni ile ters düşüp tasfiye edildi.

Milliyetçi Daryuş Forouhar, velayet-i fakih modeline karşı çıkınca önce tasfiye edildi ardından 1998’de eşiyle birlikte öldürüldü.

Ve Ebu'l-Hasan Beni Sadr...

İran devriminin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olan Beni Sadr, Amerikan konsolosluk baskınına şiddetle karşı çıktı. İşgalcilere “Siz Amerikalıları rehin almadınız, İran’ı Amerika’ya rehin bıraktınız” dedi.

Ama Humeyni, ilk başta tasvip etmediği işgale destek açıklaması yapınca boşa düştü.

Bir kaç ay sonra Irak’ın İran’a saldırısıyla başlayan İran-Irak savaşı sırasında Humeyni’nin önce başkomutan olarak atadığı Beni Sadr daha sonra yetersiz bulundu.

Nazik bir entelektüel olan Beni Sadr’ı aşan bir radikallik ülkeye hakim oldu.

Beni Sadr, 1981’de Humeyni’nin talimatıyla Meclis tarafından azledilirken hakkında uzun bir suçlama listesi hazırlanmıştı:

“İslam Cumhuriyeti'ne karşı çıkmak; İslami sistemi ortadan kaldırmak için Doğu ve Batı'ya bağlı karşı-devrimci güçlerle ittifak kurmak; İslami istişare meclisine başından beri ve hatta göreve başlamasından önce bile ısrarlı muhalefet; yargıya açık müdahale, anayasanın en temel ilkelerinin yanlış anlaşılması ve kuvvetler ayrılığına inanmamak.”

Günlerce tutuklanmamak için saklandı. Sonra kendisine sadık bir askeri pilot tarafından Paris’e kaçırıldı. Ve ömrünü orada tamamladı.

Peki, bu yüzden Beni Sadr’ı ve Humeyni ile birlikte Tahran’a dönen diğer milliyetçileri, ılımlı din adamlarını, liberalleri suçlayabilir miyiz?

100 yıllık bir diktatörlüğün yıkılmasına destek verdikleri için onların kandırıldıklarını, kullanıldıklarını söyleyebilir miyiz?

Tarihin o anında yaptıkları bir diktatörlüğü yıkmaktı. Önlerinde iki seçenek vardı. Aksi evde oturup battaniyenin altında olayların olup bitmesini beklemek olabilirdi.

İran örneğine bakıp “İslamcılara asla güven olmaz” sonucu çıkarmak için de hiç Avrupa tarihi bilmemek lazım.

Fransız Devrimi sonrası iktidar Jakobenler, Jirondenler, Napolyonlar, kralcılar arasında el değiştirirken Fouche bile tasfiye olmaktan kurtulamamıştı.

Türkiye tarihinde de bunun onlarca örmeği var

1908’de İttihat ve Terakki’nin ülkeye hürriyet getireceğine inananların pek çoğu ileriki yıllarda İttihatçıların hışmına uğradılar. En başta da 1908 Devrimi’ne destek veren Taşnak Partisi üyesi Ermeniler, Araplar, Arnavutlar.

Ama bu 1908’de anayasanın ve meclisin geri geldiği gerçeğini değiştirmiyor.

İstiklal Harbi’nde Meclis’te, cephede Mustafa Kemal Paşa ile birlikte mücadele eden Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Halide Edip gibi pek çok isim rejim kurulduktan sonra İstiklal Mahkemeleri’nde sanık olmaktan kurtulamadılar.

Ama İstiklal Harbi’ne destek verdikleri için aldatılmış olmadılar.

1950’de Demokrat Parti’ye destek veren pek çok gazeteci 1957’de DP iktidarının baskılarına maruz kaldı.

Ama tarihe ülkenin çok partili rejime geçişe destek vermiş olarak geçtiler.

Bu hikayelerden biri olarak bugünlerde bir grup insanın aklına “Yetmez Ama Evet geliyor. Orada bir aldanma ve aldatılma olmadığını bir önceki yazıda anlattık.

İlle de tarihi bir aldanma hikayesi aranıyorsa bunun en çarpıcı örneği 12 Mart’tır.

12 Mart muhtırasında solcu, Kemalist, ilerici olduğunu düşündükleri Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un imzasını gören ülkenim devrimcileri muhtıra ilk 40 gün hararetle destek vermişlerdi.

"Komutanların muhtırası ve Demirel hükümetinin istifası hakkındaki görüşümüz" başlıklı destek bildirisinin altında Türkiye Öğretmenler Sendikası, Devrimci Avukatlar Derneği, Üniversite Asistanları Sendikası, Mimarlar Odası, Elektrik Mühendisleri Odası, Maden Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, ODTÜ Mezunlar Derneği, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı ve DEV-GENÇ gibi o günlerin en önde gelen devrimci kuruluşların imzası vardı.

Cumhuriyet gazetesinin "Devrimci Kuruluşlar tutumu destekliyor" başlığıyla manşetten verdiği bildiride şöyle deniyordu:

“Emperyalizmin egemenliğindeki işbirlikçi iktidarlar tarafından çeyrek yüzyıldır uygulanan gerici parlamentoculukla yoksul ve geri bırakılmış olan ülkemiz kesin bir sosyal ve ekonomik bunalımın içine itilerek ancak olağanüstü girişimlerle kurtarılabilecek bir duruma sokulmuştur...

Toplumu ve ülkemizi bu hale getirenler her uyarılışlarında bu uyarmayı yapanlar üzerindeki baskı ve zulümlerini artırmışlar, işçileri köylüleri gençlerimizi kurşunlamışlar, devrimci öğretmenleri boyunlarına yular takarak yerlerde süründürmüşlerdir... Gittikçe yoğunlaşan ekonomik bunalımı gizleyebilmek için halkımızın dini duyguları hayâsızca istismar edilmiştir...

Biz bu bildiriye imza koyan devrimci örgütler çeyrek yüzyıllık bir yıkıntının yarı canlı unsurlarıyla ülkemizin sorunlarına çözüm getirileceğine inanmıyoruz. Ülkemizin kurtuluşu emperyalizmle herhangi bir bağlantısı olmayan Atatürkçü tam bağımsız bir dış politikanın gerçekleştirilmesi, emekçi, halkımızın ağırlığı ve etkinliği altında temel reformların yapılması ve insanın insana kul olmadığını yeni bir toplumsal düzenin kurulması mümkündür... Bu yoldaki bütün devrimci girişimler, halkımızın temel isteklerinin gerçekleştirilmesi için şimdiye kadar verdiğimiz mücadelenin doğal bir uzantısı olarak desteklenecek, korunacak ve sürdürülecektir..."

DEV-GENÇ'in Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü bunu yetersiz bulmuş olacak ki ayrıca bir açıklama yapıp, şöyle demişti:

"Muhtıra durumu tespit bakımından doğru ve olumludur. Çözüm yolu parlamento değildir. Eğer toprak reformu, dış ticaretin devletleştirilmesi, Amerika ile olan ilişkilerimizin yeniden gözden geçirilmesi konularında kararlı iseler, biz bütün gücümüzle Silahlı Kuvvetlerin yanında olacağız."

Bu iş parlamentoyla olmaz fikrini 13 Mart günü, 12 Mart muhtırasını selamlayan Cumhuriyet gazetesinin "Devrimci Ordunun Sesi" başlıklı başyazısında Nadir Nadi de savundu. Bu teze destek için “Ordu Kılıcını Attı” başlıklı meşhur yazısını yazan Hikmet Kıvılcımlı, “Ordu muhtırası: "Atütürkçü bir görüşle" "İnkılâp Kanunlarını" benimsediğine göre, dökülen, çöken tekelci kapitalist çağdaş uygarlığı peşin peşin reddetmiş olmalıdır. Mantık bunu gerektirir” diyerek muhtıradan bir sosyalizm çıkmasını ummuştu.

Ama bu fırsatçılık büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı.

Bu destek bildirilerinden 40 gün sonra bu bildirileri imzalayanların çoğunun aralarında olduğu ülkedeki devrimciler darbeciler tarafından tutuklanmaya başlandı. Ertuğrul Kürkçü gibi isimler ölümün kıyısından döndü, pek çok solcu işkencelerden geçti.

Ama bir anlık “darbeyi bizimkiler yaptı” hevesi bu tarihi yanılgıya neden olmuştu.

Daha sonra kimse bu tarihi aldanma yüzünden devrimcilerin konuşma hakkını elinden almaya çalışmadı, onlar için özeleştiri mahkemeleri kurmadı.

Çünkü siyaset sadece zafer, işbirliği değildir, daha çok yenilgidir, hayal kırıklığıdır, tasfiyedir, aks değiştirmektir.

Bu aks değiştirmelerde küçük insanlar, entelektüeller genelde arada kalır. Fırsatçılıklar, erken ümitler genelde hayal kırıklığına neden olur.

Ama buna her zaman kandırılmak, aldatılmak denemez.

Çoğunlukla insanlar hayır, iyi olduğunu düşündükleri bir şey için elini taşın altına sokmayı, risk almayı göze alırlar.

Önünden akan dünyaya müdahale etmek, taraf tutmak, pozisyon almak her zaman risk almaktır. Hiçbir şey yapmayan her zaman haklı çıkar.

Önyargıyla, bağnazlıkla, insanlara ontolojik kötülükler atfederek bir kenarda beklersen, iyi olduğunu düşündüğün hiçbir şeyin altına kirlenir diye elini sokmazsan belki talih bir gün yüzüne güler ve haklı çıktığını düşünürsün. Ama bu senin haklı yerde durduğun anlamına gelmez.

Elinin temizliği her zaman seni haklı ve temiz yapmaz.

Çünkü demokrasilerde mutlak haklılık yoktur. Mutlak haklılık otoriter ideolojilerde olur. Masadaki her şeyi isteyen, ya benim dediklerim ya hiç diyenle siyaset mümkün değildir.

Aksi halde siyaset sabit güçler arasında bir kafa tokuşturmaya döner. Buna da demokrasi diyemeyiz.

Demokrasi taviz vermeyi, geri adım atmayı ve gerektiğinde doğrular için “Yetmez Ama Evet” demeyi gerektirir.

Beni Sadr da Şah diktatörlüğüne karşı bilerek ve isteyerek bu riski aldı, Şah’ın devrilmesine katkı yaptı, sonra kendi doğruları için mücadeleye ve itiraza devam etti ve bedelini böyle ödedi.

Bu hikayede kimse kimseyi aldatmadı.