Yeni Şafak Gazetesi dış politika yazarı Taha KILINÇ ANALİZ ETTİ...
Kâzım Şerîf Cebûrî, Şiî bir ailenin mensubu olarak, 1952’de Bağdat’ın fakir bir semtinde doğmuştu. Çocukluğunun en net hatıralarından biri, henüz 6 yaşındayken, 14 Temmuz 1958’de Bağdat’ta yaşanan kanlı darbeydi. İngilizlerin desteklediği Hâşimî hanedanı Iraklı subaylar tarafından devrildiğinde, sokakların nasıl karıştığını gözleriyle görmüştü. Halktan tamamen kopan krallığın devrilmesi, Cebûrî ailesinde sevince neden olmuştu. Milyonlarca Iraklı gibi, onlar da artık özgürleştiklerini, ekonomik ve sosyal perişanlıklarının düzeleceğini düşünüyordu. Yanıldıklarını anlamaları için fazla zaman geçmesi gerekmeyecekti.
Kâzım’ın gençlik yılları, Baas Partisi’nin iktidar yürüyüşüne denk geldi. 1963’teki ilk Baas darbesini, 1968’de parti içi ikinci darbe izlerken, Kâzım, Bağdat’ta babasının motosiklet tamir dükkânında çırak olarak çalışmaya devam ediyordu. 1970’li yıllarda motosiklet tamirciliğinin yanında vücut geliştirme, güreş ve halter sporlarıyla da ilgilenen Kâzım, kendi çevresinde küçük çapta isim yapmıştı. Ayrıca yurtdışından getirdiği ve sattığı Japon motosikletleri sebebiyle, yeni bir lakap da kazanmıştı: “Yabânî”, yani Japon. Sıradan gibi görünen bu hayat, 1968 darbesinin liderlerinden Saddam Hüseyin’in büyük oğlu Uday’la kurulan yakın irtibat sayesinde kısa süre içinde istikamet değiştirecekti.
1980’lerin ikinci yarısında, 1964 doğumlu Uday Hüseyin, Irak’ta kendisinden en çok çekinilen isimlerin başında geliyordu. Nerde ne yapacağı kestirilemeyen Uday, acımasız (hatta sadist) bir kişiliğe sahipti. Babasının resmî veliahtı konumunda olduğu için eli her yere uzanıyor, kimse ona karşı sesini çıkarmaya cesaret edemiyordu. Alınan her yenilgiden sonra Irak milli futbol takımı oyuncularını dövdürmesi, dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in karısı Sûzân’ın onuruna Bağdat’ta verilen bir davet sırasında babasının Hıristiyan çeşnicibaşısı Kâmil Hannâ Cecû’yu bizzat bıçaklayarak öldürmesi, kendisine saygısızlık yaptığını düşündüğü askerlere işkence ettirmesi gibi çok sayıda eylemiyle, Uday’ın adı kulaktan kulağa bütün ülkeye yayılmıştı.
Bir gün dükkânında işleriyle meşgulken, içeri Uday’ın birkaç adamı hışımla girdiğinde, Kâzım Şerîf -haklı olarak- büyük bir korkuya kapıldı. Neyse ki, talepleri basitti: Uday’ın lüks motosikletlerinden biri bozulmuştu, tamiri gerekiyordu. Kâzım, tamiri hızlıca gerçekleştirdi. Birkaç gün sonra bir motosiklet daha, sonra bir daha derken, Uday’ın bu becerikli adamla bizzat tanışmak istediğini bildirdiler. Kâzım, çekinerek gittiği Uday’la görüşmesinden ilginç bir teklifle ayrıldı. Saddam’ın oğlu, vücut geliştirmeye çok meraklıydı ve Kâzım’dan kendisine özel bir jimnastik salonu hazırlamasını istiyordu. Kâzım, daha sonra “Ortadoğu’nun en iyisiydi” şeklinde tanımlayacağı salonu kısa sürede hazırladı, ardından Uday’ın özel hocalığına atandı. Uday Hüseyin, Kâzım’ın önerdiği menüye göre besleniyor, onun tarif ettiği şekilde spor yapıyordu. Kâzım ve Uday arasındaki ilişki kısa zamanda öylesine gelişti ki, 1991’de Saddam Hüseyin’e karşı Şiîler ayaklandığında, idam edilenler arasında Kâzım’ın akrabalarından tam 11 kişi de olmasına rağmen, o sarayın himayesi altında kaldı ve hiçbir zarar görmedi.
Eskilerin deyişiyle “Kurb-i sultân, âteş-i sûzân” fehvasınca, bu aşırı yakınlık, 1996’da birdenbire aşırı bir düşmanlığa evrildi. Uday, Kâzım’ın Beyrut’tan ithal ettiği iki Harley Davidson motosiklete el koymaya kalkışınca, emektar tamirci bu duruma kısık sesle itiraz etti. Ve kendisini birkaç gün sonra, “kamu malını zimmetine geçirmek” suçlamasıyla hâkim karşısında buluverdi. Dokuz yıla mahkûm olmasına karşın, iki yıllık hapisten sonra 1998’de salıverildiğinde, Kâzım artık Saddam rejiminin azılı bir düşmanıydı. Ancak, rejime karşı yapabileceği herhangi bir şey yoktu. O fırsat, 9 Nisan 2003’te ayağına geldi:
Dünya onu, ABD askerlerinin Bağdat’ı işgal ettiği saatlerde, Saddam Hüseyin’in Firdevs Meydanı’ndaki heykelinin kaidesine ilk balyoz darbelerini şevkle indirirken tanıdı. Boy boy fotoğrafları dünya basınında yer alan Kâzım, işte intikamını almıştı.
Ne var ki, işgal, Irak’ı çok daha beter bir kördüğüme sürükleyince, -bugün hâlâ Bağdat’ta tamircilik yapan- Kâzım Şerîf, şunları söyleyecekti:
“Saddam, kanlı bir diktatördü, doğru. Ama eskiden bir tane diktatörümüz vardı, şimdi bin tane oldu. Hiçbir şey iyiye gitmedi ve daha güzel olmadı. Bugün Firdevs Meydanı’nda, eskiden heykelin bulunduğu yerden her geçişimde, büyük bir üzüntü ve utanç hissediyorum. Ve kendi kendime soruyorum: Ben bunu neden yaptım?”