Toplumun önüne geçerek onu karanlıktan kurtarıp aydınlık günlere çıkaran aydınların büyük sorumluluğu vardır insanlık hayatında… Kendi köşesine çekilerek yalnız başına yaşamaları ve düşündüklerini ya da yazdıklarını topluma mal etmeyen bir aydının, mükemmel bir kişi olması söz konusu olamaz ve düşünülemez…
Ülkesi ve ideali için belli bir amaçtan haberli olma, onunla uyumlu şekilde yaşama ve bu düşüncesini eyleme dönüştürme çabası içinde olma, bir aydın için, çağın dinamik yaşantısı için şarttır.
19.yüz yıl başlarında, Osmanlı toprakları üzerinde oynanan oyunları dikkatlice izleyen, bu oyunları bozmak için büyük bir çaba içinde olan ve İslamcılık akımının önemli figürlerinden bir sayılan Bediüzzaman Said Nursi’ye karşılık, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderlerinden ve Türkçülüğün teorisyenlerinden Ziya Gökalp arasında bir tanışıklık, hatta tartışmaya varan bir karşı durum alış her zaman…
Tehlike çanlarının çalındığı bir ortamda, İslam’ın toplum hayatına egemen kılınması için çeşitli kutuplar arasındaki çatışma sürüp giderken ülkenin selamet ve esenliğini hedef alan entelektüel kesim, yeniden doğuş ve ayağa kalkış hamlesinin hemen başlatılıp başlatılmayacağını tartışmaktaydılar çağın başında. Aydınların, kaos halindeki Osmanlı toplumunda bir takım beklentilerine karşılık, gerçekleşmesi pek de hayal olmayan bazı rüyalar görmeleri önemseniyordu o dönemde…
Bediüzzaman zülüm ve haksızlığa dayalı bir payandayla ayakta kalmaya çalışan Batı Dünyası’nın, taşıdığı niyetin pek halis olmadığını ve başka bir idealin peşinde olduğunu görüyordu. Kan emici dişlerinin çürüyüp döküleceğini düşünüyor, fakat asıl mesele, yıkılış ve çöküşten sonra bir umut anıtı olarak gördüğü, İslam’ın yeniden dirilmesi düşüncesiydi. Bu düşüncesinin bir hayalden öteye gidemeyeceğini iddia edenlere karşılık, uyanış ve dirilişin mutlaka gerçekleşeceğini, gün ve saatinin de gelip çattığını ifade ediyordu Bediüzzaman…
Ziya Gökalp ise, başka bir rüyanın peşindeydi. Turancılık denilen ve İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından uygulama alanına aktarılan, bir can simidi gibi yapışılan düşüncenin eyleme dönüştürülmesi gerektiğini, vaktin altın saati gongunun, İmparatorluk ufuklarını çınlatacak şekilde çaldığını, sosyal, politik ve estetik alanda Türklük ülküsünün “Kızılelma”da düğümlediğini temcit pilavı tekrar edip duruyordu.
Biri dine, öbürü ise ırka dayalı çözümler öneren bu iki ismin, yani ayrı ayrı kutup ve düşünce dünyasında yer alan Bediüzzaman Said Nursi ile Ziya Gökalp arasındaki ilişkinin düzeyi neydi acaba? Tanışıp karşılaşmaları ne şekilde olmuş ve uzun süre nasıl sürmüştü?
Değerli edebiyat hocası, Diyarbekirli şair ve kültür insanı Osman Ocak Nakipoğlu (1901-1984)’nun konuyla ilgili verdiği bilgiler, hayli ilginç ve oldukça gerçekçi bir anlayışı yansıtmaktadır.
“- Ziya Gökalp, Selanik’e gitmeden önce, Meşrutiyet’in ilanından bir müddet sonra 1908 yılı sonlarında Diyarbekir’e gelen Molla Said-i Kürdi ile tanışmıştır. Ulucami bitişiğindeki kahvede oturur, sohbet ederler. Çeşitli konularda tartışırlardı. Ziya Gökalp, 1910 tarihinde İttihat ve Terakki’nin Genel merkez üyeliğine seçilince, İstanbul’dan ayrılarak Selanik’e yerleşir. 1912 yılında parti genel merkezinin İstanbul’a nakli üzerine, Ziya Bey de tekrar İstanbul’a döner.
Birinci Dünya Savaşı başlarında Ziya Gökalp’ın Kızılelma kitabı basılmış, her tarafa dağıtılmıştır. Bütün gençlerin ve aydınların ellerinden bırakmadığı bir kitaptır bu. İşte bu sıralarda İstanbul’da bulunan Said-i Kürdi, Ziya Bey’e uğrar. Zaten dalgın ve durgun bir yaradılışta olan Ziya Bey, bu işlerle meşgul olduğu için O’nu görmez ve ilgilenmez. Ziya Bey’in bu davranışına içerlenen Bediüzzaman, ona yaklaşarak şöyle der:
“Kürdüm diye ta’n etme bana ben de kibarım
Bir kelle soğanı bin kızıl elmaya değişmem”
Bunun üzerine Ziya Bey de kendisi için bir şiir yazarak şu şekilde cevap verir:
“Ey cinnet-i muvakkata gel gir şuuruma
Nârındaki harareti nafh eyle nuruma”
Şiirin tamamı bana rahmetli Yasin-zade Şevki Ekinci Bey vermiş ve arz ettiğim olayı anlatmıştı. Bu şiiri ben 1930 veya 1931senesinde o tarihlerde Ziya Bey hakkında bir kitap yazmakta olan damadı Ali Nüzhet (Göksel)’e verdim.” Çok ilginç ve son derece anlamlı olan olayla ilgili Ziya Gökalp’ın bu şiiri, ne yazık ki, Ali Nüzhet tarafından kaleme alınan “Ziya Gökalp’ın Hayatı ve Malta Mektupları” isimli esere alınmadığı gibi, bugüne kadar herhangi bir yerde de yayınlanmamıştır. Henüz nur, nurculuk ve Risale-i Nur gibi kelimelerin kullanılmadığı bir dönemde: “Nârındaki (ateşindeki) harareti nafh eyle (üfür) nuruma” demesi bir rastlantı da olsa çok güzel şekilde şiirdeki yerini almaktadır. Şiirde büyük yeteneği olmayan Ziya Gökalp tarafından ustaca kullanıldığı görülmektedir.
Nur Cemaati mensupları, Risalelerdeki Şeriat, Kürt, Kürdistan ve benzeri kelimeleri kendilerince tehlikeli gördükleri ve değiştirdikleri için, bu şiirde geçen “Kürt” kelimesini de değiştirerek ve hem de veznin bozukluğuna aldırış etmeden:
“Köylüyüm diye ta’n etme bana ben de kibarım
Bir kelle soğanı bin kızıl elmaya değişmem”
Şekline sokmakta ve ”Kürt” kelimesi yerine “Köylü” kelimesini kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir. Üstat Bediüzzaman Said Nursi’ye de kullanmadığı bir kelimeyi sanki kulanmış gibi ona mal ederek bilim ve şiir anlayışına ters düşme yolunu tercih etmede bir sakınca görmemişlerdir. Bağnazlık ve ırkçılık, insana neler neler yaptırmaz ki…
Ziya Gökalp’e göre Türkler, nesiller boyu milli geleneklerinden uzaklaşmış ve başka milletlerin kültürünü benimsemişlerdir. Türkler, Çin’den Bizans’a kadar birçok geniş ülkeler fethetmişler ama Arz-i Mev’utları (Kendilerine va’d edilen ülke) Kızılelma’yı henüz bulmamışlardır.
Milli ülküyü ve milli kültürü ifade eden bir semboldür “Kızılelma”… Said Nursi ise, evrensel bir ülkü peşindedir “İslamcılık”… O’nun, hazır cevap bir insan oluşu ve nüktedanlığı, bugüne kadar pek irdelenmemiş ve üzerinde durulmamıştır ne yazık ki… Oysaki ilmi ve dini konularda olduğu kadar, günlük ve sosyal hayatta da üstün derecede bir espri ve nükte yeteneğine sahip olan Said Nursi, soğanın o yörenin, yani Kürtlerin ünlü bir gıdası olması hasebiyle Ziya Gökalp’e sitemde bulunarak aslını, soyunu ve sopunu hatırlatmasını ister. Çünkü Ziya Gökalp, Diyarbekir/Çermik ilçesinin Alos köyündendir ve Kürt/ Zaza asıllıdır.
Bediüzzaman şuna inanmaktaydı ki, her kavmin başkalarından farklı bir ruhu ve duygusu vardır. Aydınların görevi, dağınık ve karışık hale gelmiş bu halkları, bir ülkü ve ideal etrafında birleştirmek, yabancı hars (kültür) ve uygarlıkların etkisiyle kaybolan bu halkların ruhunu yeniden keşfetmektir. Yani İslam’ı yeniden diriltmektir.
İlerici geçinen bir aydından daha aydın ve bir İttihatçıdan daha yenilikçi ve dirilişçi ruha sahip ve bu durumu, söz, görüş ve düşüncelerinden açıkça anlaşılan Said Nursi, bazılarının tahmin ve yanılgısının aksine, gidişatı değiştirecek bir birikim ve heyecana rağmen, kaderin izin vermemesi ve yüzüne gülmemesi nedeniyle fırtınalar koparan denizde selamet sahiline ulaşmak için İlahi takdir gemisinde dümeni ele geçirecek imkânlardan yoksun bırakılmıştır. Ülkeye egemen olan rejim ve muktedirler tarafından da hor görülmüş ve kendisine olmayacak işkenceler reva görülmüştür…
Kaynak: farklibakis.net