Dış politika ve güvenlik konularında dünyanın en etkili tartışma zemini olan Münih Güvenlik Konferansı’nın (MSC) 14-16 Şubat tarihleri arasında yapılacak 2020 yılı toplantısının konusu “Westlessness – Batısızlık” olarak saptandı. Bu yeni ve aslına bakarsanız zihin açıcı bir kavram.
Münih Güvenlik Konferansının Başkanlığını yürüten Alman emekli Büyükelçi Wolfgang Ischinger, konferansın yine “Batısızlık” başlığını taşıyan raporunda “Batı projesinin çürüyüşünü” gayet diplomatik bir dille, “Bildiğimiz anlamda Batı, bugün artık içerden ve dışardan yükselen itirazlarla karşı karşıyadır” diye tanımıyor ama raporu okuduğunuzda (*) konunun “itiraz” değil, düpedüz “risk”, ya da “tehdit” olarak algılandığını görüyorsunuz. Zaten Ischinger de Konferansta barış ve güvenlik konularının yanı sıra “Batı projesinin yeniden ele alınmasının” da masada olacağını söylüyor.
Ischinger’in yaklaşımını destekleyecek bir örnek, hem de Konferansla bağlantılı olarak Türkiye’den geliyor. Bu toplantılarda Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu temsil edecek. Aslında Milli Savunma bakanı Hulusi Akar’ın da katılması bekleniyordu. Ama daha bir gün önce Brüksel’de NATO Savunma Bakanları toplantısına katılmış olan Akar, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile birlikte Pakistan seyahatinde olacak; helikopter satışı dahil yeni askeri anlaşmalar gündemde. Bu örnek bile tercihlerin artık sadece batı-odaklı olmadığına örnek oluşturuyor.
Peki, siyasi terminolojide “Batı” ne anlama geliyor? Sadece coğrafi bir tanımlamadan ibaret olmadığı açık. Raporda “batıya” ait olma kriterleri üç maddede özetlenmiş: 1-Liberal demokrasiye ve insan haklarına bağlılık, 2-Piyasa ekonomisi, 3-Uluslararası kuruluşlar bünyesinde uluslararası iş birliği.
Bu üç noktayı dikkate alarak sormamız gereken sorular var: Dünya giderek daha mı az “Batılı” olmaya başladı? Yoksa Batının kendisi de mi o kadar Batılı değil artık? Batının sahneyi başkalarına bırakması küresel ölçekte ne gibi sonuçlar doğurur? Büyük güçlerin rekabetine sahne olan bir dönemde ortak bir Batı stratejisiyle yapılabilecekler nelerdir? Büyük güçlerin rekabeti küreselleşmenin sonuna geldiği, yeniden ulus devletlerin, dinsel ve etnik kimliklerin ön plana geçeceği bir çağın eşiğine geldiğimizin mi habercisi? Küresel ölçekte kuralların ve referans noktalarının yavaş yavaş ortadan kalkması tam anlamıyla bir kaos ortamı yaratmaz mı?
Bunlar yerinde sorular zira, örneğin dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü olan ABD’nin Başkanı Donald Trump Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 2019’de yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Gelecek küreselcilerin olmayacaktır. Gelecek vatanseverlerindir.” Vatanseverlik, neredeyse dünyadaki büyün milliyetçiler tarafından artık milliyetçilik kavramının yerine kullanılıyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise bu konudaki düşüncesini -her zaman yaptığı gibi- çok daha kesin sözlerle ifade ediyordu: “Liberal düşüncenin modası artık geçti. Nüfusun büyük çoğunluğunun çıkarlarıyla çatışmaktadır.”
Yine 2019’da Ankara’da düzenlenen bir konferansta Rus tarihçi Andrei Fursov, dünyanın Trump’tan Putin’e, Modi’den, Erdoğan’a, Johnson’dan Xi’ye tüm güç politikası yanlısı liderlerinin ortak noktalarının ne populizm, ne otokrasi ne de faşizm olduğunu, hepsinin küresellik karşıtlığında birleştiğini vurgulamıştı.
Batı “projesinin” kalesi olması gereken Avrupa Birliğinin (AB) üyesi olan Macaristan’ın lideri Victor Orban bakın 2018’de neler söylemiş: “Liberal demokrasi çok kültürlülüğü savunur, Hristiyan demokrasisi içinse öncelik Hristiyan kültürüdür, bu illiberal [liberal olmayan] bir kavramdır. Liberal demokrasi göç yanlısıdır, Hristiyan demokratlık göç karşıtıdır; göç-karşıtılığı da illiberal bir tavırdır. Liberal demokrasi farklı aile modellerini benimserken, Hristiyan demokratlık için tek model Hristiyan aile modelidir ve bu da yine illiberal bir modeldir. Artık yalnızca liberal demokrasiye değil, aynı zamanda demokrat olmayan liberal sisteme de veda etmenin zamanı geliyor.”
Batının “otokrat” olma suçlamalarının hedefinde olan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise 2019’de İstanbul’daki bir konferansta “Batıyı” Müslümanları terörist olmakla özdeşleştirip nefreti körüklemekle itham ediyor, Müslümanları İslam’a yönelik saldırılar karşısında birlik olmaya çağırıyordu. Erdoğan ayrıca Batının “köleci zihniyete ve dediğini yaptırmaya” aşina olduğunu, ama artık [İkinci Dünya] savaşı-sonrası dünyada yaşamadığımızı ve yeni bir Dünya düzeninin kurulmasına ihtiyaç olduğunu, “Dünya beşten büyüktür” sloganıyla tekrarlıyordu.
Bildiğimiz anlamda Batı’nin çöküşünü dile getirenlerden birisi de Batı savunma sistemi NATO’nun “beyin ölümü” içinde olduğunu öne sürerek müttefiklerinin tepkisine neden olan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron olmuştu.
İlk bakışta öyle görünüyor ama biraz altını kazıyınca başka bir gerçek ortaya çıkıyor. Örneğin Korona virüsü Çin’in önlemez yükselişte olduğu algısına büyük darbe vurdu: resmi rakamlara göre iki hafta içinde 1000’den fazla insan çaresizlik içinde ölüme gitti. Bu durumun aynı dönemde Çin ekonomisine verdiği zarar ise 1,5 trilyon dolar olarak tahmin ediliyor. Çoğulcu yapının yokluğunda sağlanan hızlı büyümenin ne kadar kırılgan olduğu görülüyor.
Elinin zayıf olduğu zamanlarda bile güçlü diplomatik geleneğiyle oyun kurucu rolüne geri dönen Rusya ise, askeri anlamda küresel bir güç olmakla beraber, ekonomi söz konusu olduğunda orta halli bir bölgesel güç olmanın ötesine geçemiyor.
Hindistan’da hızlı büyüyen ekonominin bedeli ise korkunç boyutlardaki gelir dağılımı eşitsizliği, dünyanın en kirli şehir ve doğası ve artan iklim felaketleri oluyor. Japonya ise hâlâ dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü olmasına karşın, Çin ve Kuzey Kore’den algıladığı tehdit karşısında ABD’yle siyasi ve askeri bağımlılığını koparamıyor.
Diğer yandan MSC raporuna göre, 2020’de çatışma riski artacak 10 sıcak bölgeden 5’i Orta Doğu veya Afrika’da. Suriye’de süren iç savaş hariç.
Batı, özellikle de AB, Suriye krizinde varlık gösteremedi, oyunun dışında kaldı. Libya’da da son anda Almanya’nın devreye girme çabasını görüyoruz, Son zamanlarda Libya krizinde AB’den girişimler var ama ayrı saflarda; Fransa Hafter, İtalya Serrac yanlısı, Almanya ara bulmaya çalışıyor. AB ekonomik açıdan dev bir güç ancak siyasi ve sosyal ortamdaki ani değişimlere süratle tepki verip bunlarla başa çıkma kapasitesinden yoksun. Oybirliği esasına dayalı AB sistemi, ilk büyük kopuş ve büyük bir kayıp olan İngiltere ardından, gelecekte de yeni sorunlara yol açacak gibi. Korona virüsü gibi bir salgın, bu kadar ağır karar düzeneklerine sahip AB ülkelerinde çıkmış olsaydı, toplumsal disiplini Komünist Partinin tek elden sağladığı Çin’de olduğundan çok daha vahim bir felaketle karşı karşıya kalınabilirdi.
Avrupa demokrasisine bir tehdit de yükselen aşırı-sağ. Demokrasinin yerleşik hale geldiği Avrupa’da, aşırı sağ ise, son günlerde Almanya’daki Thüringen eyaleti seçimlerinde Liberal Demokratların, Alternatif parti ile iş birliğine gitmesi Alman siyasetini de, hükümetini de sarsmış durumda.
MSC’nin Batının nereye gittiğini Batının tam orta yerinde, Münih’te tartışmaya açması aslında cesur bir adım.
Batı değerlerinin Batı’da da kaybolmaya yüz tutması konusunu önemli tehdit sayarak “Batısızlık” adı altında dünya siyasetine yön verenlerin tartışmasına açılması, dünyanın önemli değişimlerin öncesindeki kritik bir eşikte olduğunun da bir göstergesi. Diplomatik inceliklerin ve oyunu kurallara göre oynamanın yerini giderek gerilimi tırmandırma ve askeri hamleler üzerine kurulu dış politika çizgileri almaya başladı bile. Ancak Münih’te bir araya gelmeleri beklenen bütün dış politika ve savunma aktörlerinin, Orta Doğu’dan Güney Doğu Asya’ya sorunlu bölgelerin sayısının giderek arttığı bir ortamda diyaloga hala yer olduğunun görülmesi de olumlu.
Kaynak: yetkinreport.com