Avrupa’nın veya genel anlamda Batı’nın icadını tarihî bir hadise olarak kabul edenlerin, varılan nihaî aşamayı değişmez bir veri olarak kabul ettiklerini söyleyebilirim. Özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında Doğu ve Batı şeklinde belirginleşen ayrım, Batı’nın icadının insanlığın ortak kaderinde ileri bir aşamaya tekabül ettiği fikrine alan açmıştı. Nihayetinde doksanlarda ayrıma gerek kalmayacak ve tarih durma noktasına gelecekti. Bu, Türkiye’de de farklı çevreleri sevince boğdu. Onlar, Anglosakson merkezli bir küreselleşme döneminde Batılı değerlerin, bütün dünyayı aydınlatmasından kendi paylarına sonuçlar çıkarıyor ve bilime olan inançlarını tazeliyorlardı. Akla değer vermişlerdi ve zaman onları haklı çıkarmıştı. Zaferde onların da payı vardı. Bir bakıma onlar da galip sayılırdı. Artık buradan geriye dönüş olamazdı. Bu sebeple icat edilmiş Batı’nın nihaî statüsünü tartışma konusu hâline getirmediler.
Doksanların hemen başında Anglosaksonların Batılı dünyayı peşinden sürükleyerek Türk ve İslam coğrafyasına yerleşmeye çalışması, Batı’nın nihaî aşaması fikrinin emperyalist bir proje olduğunu gösterebilirdi. Fakat karanlığa karşı aydınlığın yanında savaşa katılma heyecanı gözleri kör etmişti. Onlar için değişim kaçınılmazdı. Bu sebeple demokrasinin Doğu İslâm dünyasına taşınma sürecinde meydana gelen birtakım aksaklıklar görmezden gelindi. Hâlbuki Anglosaksonlar olağanüstü büyüklükte bir işgal projesini hayata geçiriyordu fakat Batılı değerleri temsil ettiğine inan çevrelerde bu hakikat bir karşılık bulmadı. Onlar, kabahati, her hâlükârda işgale uğrayan bölgenin insanlarında bulmaktan vazgeçmedi. Afganistan’dan Fas’a kadar uzanan coğrafyada işlenen büyük suçlara rağmen Batı’ya olan inançlarında bir sarsıntı yaşamadılar. Aydınlık adına karanlıkla, ilim adına cehaletle, demokrasi adına otokrasiyle büyük bir savaşın içinde olduklarına sahiden inanmaktaydılar. Bu sebeple onlar için Batı’nın Doğu’da Anglosaksonların öncülüğünde ilerliyor olmaları bir işgal değildi. Batı’ya olan bu derin inancı, Batılılaşma sürecinin travmatik bir sonucu olarak görmemek gerekir.
Bugün ABD ve İngiltere öncülüğünde neredeyse bütün dünyaya yeniden Doğu ve Batı ayrımı dayatılıyor. 15 Temmuz, Türkiye’nin Anglosaksonların yanında konumlanmasını isteyenlerin projesiydi. Eğer o gün Sayın Erdoğan’ı ele geçirmeyi başarmış olsalardı, bugün başka bir dünyada yaşıyor olacaktık. Aralık 2015’te Rus uçağının düşürülmesi ve Aralık 2016’daki Karlof suikastı aynı amaca yönelikti. 15 Temmuz, bu iki olayın tam merkezindeydi. Rusya ile savaşmamız isteniyordu. NATO’culuğu bir dünya görüşü mesabesine çıkaranlarla FETÖ’cüler arasındaki ittifakın sorunsuz bir şekilde ilerlemesi üzerinde çok durulmamıştır. Bu tuhaf ittifak Türkiye’nin Rusya ile savaşa sürüklenme projesinin büyüklüğü içinde anlam kazanır. Yıllar sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bizim son iki yıllık çabamız olmamış olsaydı Batı kulübü Türkiye’yi Rusya’ya karşı savaş ortamına çekerdi. Biz burada olduğumuz müddetçe buna müsaade etmeyeceğiz.” şeklindeki sözlerinin özellikle muhalif cephede herhangi bir tepki uyandırmaması son derece önemlidir. İtiraz dahi etmediler. Önümüzdeki seçimi kazanacaklarına inanıyorlar ve bu sebeple de ABD-İngiltere adına Rusya’nın karşısında olacaklarını ilan ediyorlar.
Ahmet Davutoğlu, başbakan olarak görev yaptığı dönemde Rusya ile yaşanılan uçak krizinin tam merkezindeydi. Onun bu olayın meydana gelmesindeki rolü hakkında ayrıntılı bir malumatımız yok fakat başbakanlıktan ayrılmasından çok kısa bir zaman sonra 15 Temmuz Darbe ve İşgal Girişimi’ne maruz kaldık ve aynı yılın Aralık ayında Karlof suikastı yaşandı.
15 Temmuz’da NATO’cularla FETÖ’cülerin ortaklığı açık bir hâl aldı. Bu ortaklığın hangi amaca binaen inşa edildiği konusunda Rusya’nın bilgisinin olduğu da biliniyor. Hatta bu sebeple Putin’in 15 Temmuz’da Türkiye ile istihbarat paylaşımı dahi gündeme gelmişti. Biden, Türkiye’de muhalefete açıkça destek verileceğini ve Erdoğan’ı bu şekilde mağlup edeceklerini deklare ettikten sonra içeride muhalifler çok daha cesur adımlar atmaya başladı. Kılıçdaroğlu, ABD’de Ukrayna’nın yanında yer alacaklarını ilan etti. Muhafazakâr sağın sözcüleri otokratik yönetimlere karşı demokrasi mücadelesi verildiğini ifade etti.
Aklın ve bilimin yanında saf tutmaktaydılar.
Amaçlarına ulaştıklarında savaşı Balkanlardan Çin sınırına kadar uzanan alana yayabileceklerine inanıyor
olmalılar. Komşuluk ilişkilerimizin geniş bir alana yayıldığını biliyorlar. Böylelikle Batı’yı yeniden icat etmek için ellerine büyük bir imkân geçecek.