Üniversite yıllarımdı. Günlerdir iple çektiğim o gün gelmişti sonunda. Doğan Hoca, Çukurova Üniversitesi’ne gelecekti. Kitaplarıyla lise yıllarımda tanışmıştım. O yıllarda aklımda psikoloji tahsili olmamasına rağmen beni psikoloji ve davranış bilimlerine ısındırmıştı kitapları. Şimdi ise bir psikolojik danışman adayı olarak onu canlı canlı dinleyecek ve vereceği her bilgiyi sürekli yanımda taşıdığım not defterime yazacaktım.
Salona erken gelmeme rağmen hınca hınç doluydu. Ayakta beklemeye başladım. Konferans saati geldiğinde Doğan Hoca bizleri bekletmeden çıktı sahneye. Önce ayakta olan öğrencilere döndü ve “sahneye gelsenize çocuklar, ayakta kalmayın oturun sahnede” dedi. Ben de kalabalıkla beraber sahnede Doğan Hoca’nın hemen arkasında kendime yer bulup onu dinlemeye koyuldum.
O konferansta çok şey anlattı Doğan Hoca. İlerleyen yaşına rağmen yaklaşık iki saat boyunca ayakta durmadan anlattı tecrübelerini ve hayat hikâyesini. Çok samimiydi en çok buna şaşırmıştım. Hiç öyle otuz yıla yakın ABD’nin en prestijli psikoloji kürsülerinde ders vermiş bir Profesör havası yoktu. Karşımda bir Sigmund Freud soğukluğu beklerken hatıralarını en samimane ve sevecen şekilde anlatan bir psikoloji profesörü duruyordu.
Öyle bir konuşuyordu ki sanki karşımda okuma yazması olmayan ama söylediği her şeyde buram buram Anadolu irfanı ve feraseti olan köylü dedem konuşuyordu. Ancak anlattıkları Amerika’da yaptığı nice bilimsel çalışmalar sonucunda elde ettiği bilgilerdi. İşte Doğan Hoca’nın beni en çok etkileyen özelliği bu olmuştu. Tüm eserlerinde, konuşmalarında ve çalışmalarında köklerini ve geleneğini asla unutmuyordu. Kültür ve geleneğin bir insanın psikolojisinde ne kadar önemli bir fonksiyon icra ettiğini çok iyi bellemişti. Gerektiğinde kültürel eleştirisini de yapardı lakin bu eleştiriyi kültürün toptan reddi niyetiyle yapmazdı. Batı’nın bilimini ve Anadolu’nun irfanını harmanlıyordu her çalışmasında. İnsandı, hatadan hali değildi elbet. Ama dinlediğim her kelimesinde ve okuduğum her satırında bu iki kaynağın izlerini rahatlıkla görebiliyordum.
İşte, diyordum her defasında. Psikoloji bilimine böyle yaklaşmak zorundayız. Bazıları gibi üç beş makale okuduktan sonra kültüründen, dininden, coğrafyasından nefret edip kurtuluşu Batı’nın materyalist reçetelerinde arayanlardan olmamalıydık. Zira kökler ve kültür önemliydi. İnsan davranışları ancak kendi kültürü içinde anlam kazabilirdi ve çözüm yine o kültür içinde aranmalıydı. Salt “iyi kültür-kötü kültür, ilerlemiş kültür-geri kalmış kültür” ayrımı yapılamazdı. Doğan Hoca bunu çok iyi idrak etmişti. Bundan dolayı kendini dev aynasında gören ve ithal reçeteler peşinde koşan psikoloji uzmanlarından ayrılıyordu.
Konferansın sonunda şunu demişti: Gençler, bir işi başarmaya çalışırken şu üç soruyu sorun kendinize
1. Başarı için gereken tüm bilgi ve donanıma sahip miyim?
2. Bu işi yaparken elimden gelen tüm çabayı gösterdim mi?
3. Bu işi şevkle yaptım mı?
Eğer bu üç soruya “evet” cevabını veriyorsanız işi başaramamışsanız dahi üzülecek bir şey yok. Zira artık o Allah’ın takdiridir.
Bir psikoloji profesörü bana bilgilerinden süzerek tevekkülün tanımını yapmıştı. İşte aradığım yaklaşım buydu. O günden sonra psikoloji bilimine bakışım değişmişti. Kendi insanıma yardım etmek için kültürü, geleneği, dini reddetmek zorunda olmadığımı anlamıştım. Doğan Hoca, o gün belki farkına varmamıştı ama arkasında onu tüm benliğiyle dinleyen o üniversite talebesinin içinde büyük bir aydınlanmaya vesile olmuştu.
Rahmet olsun sana kıymetli Hocam. Seni çok özleyeceğiz. Mekânın cennet olsun.