Batı, Siyasal İslamcılardan demokrasi değil, kendisine ses çıkarmayan bir İslamcılık bekledi

Faik Bulut, Nuray Mert ile indyturk.com’da “Batı, Siyasal İslamcılardan demokrasi değil, kendisine ses çıkarmayan bir İslamcılık bekledi” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi.

Batı, Siyasal İslamcılardan demokrasi değil, kendisine ses çıkarmayan bir İslamcılık bekledi

Faik Bulut’un akademisyen ve yazar Nuray Mert ile röportajının ikinci kısmı

Ortadoğu bağlamında Batılı yazar ve düşünürler “Siyasal İslam’ın iflası” konusunu tartışıyorlar. Malum, 2011 yılından itibaren kitleler ayaklandı ve Batı’nın icat ettiği “Arap Baharı” kavramı pek popüler oldu. Örgütlü İslamcı oluşumlardan bazıları (Mısır, Libya, Fas, Tunus, Yemen, Afganistan vs) iktidarı aldılar veya ortak oldular. AKP iktidarı, bu siyasal İslamcıların bir kesimini (İhvan hareketi gibi barındırdı ve destekledi. Suriye’deki cihatçılar ile İhvan mensupları hâlâ Türkiye’nin himayesi ve desteğine mazhar olmaktalar. Fakat son zamanlarda işler politik İslamcılar açısından iyiye gitmiyor, mağlubiyet ve geri çekilmeler var. Bütün bu gel git ve karmaşa hakkında sizin fikriniz nedir?

Aslında siyasal İslam’ın eşiği de Arap Baharı idi. Bunu da demokrasi söylemi içinde değerlendirmek lazım. Zaten her şey jeopolitiktir. Demokrasi önemsizdir demek, katiyen doğru değildir. Tam tersine, ne kadar içini boşaltırsanız ve çifte standart uygulayıp bu kavramı şu yahut bu şekilde tanımlarsanız, insanların demokrasiye özlemleri de bir o kadar törpülenir.

Zaten bütün dünyada da böyle oldu. İnsanlar aşırı sağa doğru savruldular, Bir eşik de buydu. Soğuk Savaş’ın bitişi bir eşikti yani. Müslüman nüfuzlu coğrafyalar açısından da bir eşikti Arap Baharı. 
Batı’nın siyasal İslam’ı değerlendirmesinin geçmişi çok eskiye dayanıyor. Ben de bu konuda bir kitap yazdım, “Batı’nın İslam Siyaseti” başlığıyla. Sizin de aynı konuya ilgi duyduğunuzu ve yazdığınızı biliyorum. 

Sonuç itibarıyla 1990’lı yıllardan itibaren Ortadoğu’daki seküler rejimlerin başarısız olması dolayısıyla oradaki mevcut toplumsal meşruiyeti olan hareketlerin, mesela Müslüman Kardeşler hareketinin öncülüğünde olanın “Siyasal İslam“ın ılımlı bir versiyonu olduğuna ve onların demokrasi dinamiğini temsil ettiğine, dolayısıyla Batılı yetkililerin onlarla görüşmeleri gerektiğine dair fikirler vardı.

Ilımlı siyasal İslamcılar ile görüşmenin söz konusu olduğu ülkelerde (Türkiye dâhil) demokrasinin bir şekilde gerçekleşmesini sağlayacağına dair bir varsayım ve söylem vardı. (11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırıya) rağmen bu söylemler devam etti.

O sırada 11 Eylül oluverdi. Böylece radikal İslam, bir kez daha en büyük tehdit olarak algılandı. Dolayısıyla “ılımlı İslam” söylemi daha da pekişti. ABD o zaman hem Ortadoğu’daki otoriter rejimlere hem de radikal İslamcılara karşı ılımlı İslam’a sarıldı. Onlar “ılımlı İslam” diyorlar ama ben, “ılımlı İslamcılık” denmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü dini inancın ılımlısı filan olmaz. Böyle bir sıfat doğru değildir. 

Ilımlı İslamcılık gibi düşüncelerin ve bunun temsilcisi olan hareketlerin Müslüman nüfuslu coğrafyalarda demokratikleşmeyi gerçekleştireceği söyleminin doruk noktası Arap Baharı oldu. Arap Baharı sırasındaki Arap ülke rejimleri, gene aynen Sovyet tipi rejimler gibiydiler.

Bu ülkelere baktığınız zaman hayırhah rejimler değillerdi. Otoriter rejimlerdi; yolsuzluk had safhada, toplumlar perişan ve de çaresizlik içerisindeydiler. Bu şekilde tanımladığımız rejimlerden birden bire “demokrasi çıkacağı” varsayımı, gene üzerinde düşünülmesi gereken bir şeydi. 

Bu kadar çürümüş, bu kadar otoriter rejimlerden birden bire böyle Doğu Avrupa’dakine benzer bir sivil toplum inisiyatifiyle bunların bir günde demokratik düzene geçemeyeceği belliydi. Arap Baharı, bir sürecin başlangıcı olarak ümit vaat edici de olabilirdi.

Bunda yadırganacak bir şey yok ama böyle hızlıca bir demokratikleşme ile tanımlamak bu tür süreçleri anlamamızı engelliyor. Ondan sonra mesele “Ne oldu da Arap Baharı kışa döndü?” haline geldi.

Anlatacağım şeyler komplo değil sosyal bir gerçeklik. En başta Mısır’da olmak üzere… Orada ılımlı İslamcılık kökenli ve toplumsal kökü daha derin olan bir akım. Tabii ki muhalefet sosyal muhalefet daha çok kendini İslamcı hareketler içerisinde temsil ediyor.

Sonuç itibarıyla İslamcı hareketlerin de demokratik rejimle ne kadar barışıp barışmayacağı belirsiz. Onlara sürekli olarak, “Siz seküler rejimlerden daha demokratiksiniz” demekle olmuyor bu iş. Mesela “bal bal” demekle, ağız tatlanmayacağı gibi “demokratiksin, demokratiksin” demekle de bunlar demokrat olamazlar. Aslında Batı’nın beklediği “demokratik anlayış” içerisinde olacaklar manasında bir şey yoktu. 
 

 

Nuray Mert'in Batı ile Siyasal İslamcılık ilişkisi hakkındaki kitabı.jpg

Nuray Mert’in Batı ile Siyasal İslamcılık ilişkisi hakkındaki kitabı

 

Bizde de bir ara moda oldu hatırlıyorsanız. AKP iktidarı döneminde, “Müslüman demokrat” parti, “İslami demokrasi” diye bazı kavramlar ortaya çıktı. Batı’dakiler de bunlarla bağlantılı mıydı?

Vallahi ben “Müslüman demokrat” olunabileceğini düşünen biriyim. Ama bu tanım olarak böyle. Yani vakanın ne olduğuna bakmak lazım… Aslında Ortadoğu ve Türkiye’deki olay,  zaten iki ayaklı bir modeldi. Türkiye’de bir tarafında demokratik yollarla iktidar olan ve demokrasi içerisinde davranan İslamcılar, İslamcı bir parti, geçmişi İslamcı olan bir hareket; diğer yandan Ortadoğu’daki Müslüman Kardeşler hareketine bağlı kollar vardı. 

Bu varsayım, mümkün de olabilirdi. Daha demokratik olanı, AK Parti’nin ilk dönemindeki gibi devam da edebilirdi. Onun tartışması uzun bir konudur. Ancak vakaya bakıyoruz, öyle olmadı.

Gene de Arap dünyasındaki Müslüman Kardeşler ile Türkiye’deki AK Parti tecrübesi değişiktir, farklıdır. Çünkü Türkiye, Arap dünyasına göre fazlasıyla orta sınıflaşmış, laikleşmiş bir ülkedir. Fakat diğerleri öyle değil. O yüzden toplumlar içerisindeki çatışma, zaten çok sürtüşmeli oldu.

Özellikle Mısır örneğinden bahsediyorum: Bir yandan gerçekten Müslüman Kardeşler hareketinin sadece demokrasi açısından değil, aynı zamanda bir yönetim deneyimi olarak da tecrübesi yoktu.

Çünkü merkezde değil, periferide (kenarda, kıyıda köşede) siyaset yapıyorlardı. Orada bir bocalama söz konusuydu. İkinci bir nokta daha vardı: Kadın hakları konusunda filan alışılmadık tedbirler aldılar. Küçük bir grubun çok yadırgadığı ve çok tedirgin olduğu önlemlerdi bunlar.

Bana kalırsa en önemlisi şu oldu: İslamcı kesimin yıkılmasında veya sonunun gelmesinde bu hareketi destekleyen Batı’nın rolü büyüktü. Bunlardan demokrasi bekleyenler,  “İslami bir demokrasi çıkacak” diyenlerin kastettikleri asıl demokrasi, “İslami demokrasi” filan da değildi.  Beklenen demokrasi değil, Batı’ya ses çıkarmayan bir İslamcılıktı. 

Şimdi Batı’nın İran’la ilgili ilişkilerinde görüyoruz bunu. Yani İran’dan daha ılımlı akımlara “ılımlı” diyorlar. Örneğin Suudi Arabistan veya Körfez ülkeleri rejimlerine… Onlara göre Suudi Arabistan rejimi “ılımlı İslam” ama İran “radikal” İslamcı. Bunun hiçbir mantığı yok.

İran, diğerlerine kıyasla çok daha demokratik bir ülke. Kimse kusura bakmasın, bir Suudi teokrasisine bakarsanız, İran’ınkiyle  karşılaştırırsanız kesinlikle öyle. Kriteriniz “demokrasi” ise, örnekleri bellidir. Yoksa İran veya bahsedilen ülkelerin hiçbirinin demokrasi abidesi olmadığı şüphesizdir.

Mesele hep böyle tanımlandığı için aslında 11 Eylül 2001 olayında olduğu gibi Arap Baharı’nda da “ılımlı İslam” tanımında esas olarak, bir kez daha Batı yanlısı yani Batı’ya ses çıkarmayan, ondan kopmayan İslamcılık kastediliyordu. Bunun böyle olmayabileceği korkusu da vardı aslında.

Müslüman Kardeşler hareketinin en güçlü olduğu yer Mısır’dı. Müslüman Kardeşler ve bir yelpaze içerisinde pek çok daha radikal İslamcı var bu ülkede. Birdenbire bütün siyaset alanını bunlar kaplamışlardı. Ancak onların da beklendiği kadar ABD’yle çok barışık, Batı dünyasıyla barışık olmayabileceği görüldü. 

Özellikle Libya’daki Batılı bir büyükelçinin İslamcı militan bir grup tarafından öldürülmesi olayından sonra tablo değişti Batı açısından. Birdenbire “Bunlar (İslamcılar) demokratikleşmeyi beceremiyorlarmış!”  falan denildi. 

Suriye’de doğrudan rejim değişikliğine oynadı Batılı ülkeler. Çünkü Suriye, Batı müttefiki olmayan ve İran merkezli çizgide Batı için baş ağrısı bir ülkeydi. Suriye’de de rejim değişikliği konusunda çekimser davranılmaya başlandı.

İslamcıların faaliyetleri (IŞİD ve El Nusra Cephesi gibi cihatçıların bilhassa Batı ile Batılıları da hedef alan eylemleri-FB.) ile ılımlı İslamcı denilen Müslüman Kardeşler hareketinin Batı’yı hoşnut etmeyen ve beklentisini karşılamayan tutumları birlikte değerlendirilince, bu sefer “Siyasal İslam’ın bitişi” söylemi devreye girdi.

Türkiye’deki ise (AK Parti) siyasal İslam geçmişli bir parti olup gittikçe daha otoriter siyasetleri izlemeye başladı. Öyle olunca aslında “Siyasal İslamcılığın bitişi” dediğimiz şey aslında bu hilal içerisinde gerçekleşti. 
 

 

Nury Mert 2.JPG

Nury Mert, Independent Türkçe için Faik Bulut’un sorularını yanıtladı

 

Siz yaklaşık 12 yıl önce, benim de bulunduğum bir toplantıda AKP iktidarının otoriterliği hakkında bir değerlendirme yapıp, gidişatın vahametine dikkat çekmiştiniz. AKP’nin bilinen ve yaygın kullanılan manada Avrupa’daki Hıristiyan demokrat partilerin İslami bir türevi olamayacağını belirtmiş; AKP’nin otoriterlikten öte bir vesayet rejimi kurabileceğinden bahsetmiştiniz. Bu yüzden de kimilerinden eleştiri almıştınız. 

Hatırlıyorum o dönemi ve evet, Temmuz 2009’da gerçekleşen bir röportajda ilk kez bahsetmiştim. Sonra birkaç röportaj daha oldu ve yazı da yazdım. O zamanlar “derin devletle hesaplaşma” söylemi yaygındı. Karşılık olarak ben de “Derin devlet ortadan kalkmıyor; değiştirilmiyor, değişmiyor. Konsept değiştiriyor. Ayrıca her otoriter rejim askeri olmaz. Sivil otoriterlik de söz konusu olur…” demiştim. Evet, bu sözlerim o zaman çok yadırgandı. 

Türkiye’de veya başka bir yerde zaten İslamcılık tanımı gereği otoriter bir fikriyattır, akımdır. İslamcılığı benimseyen insanların da açıkça ifade ettikleri, etmeleri gereken bir olgudur bu. Şimdi daha çok ifade ediyorlar zaten. Türkiye’de de AK Parti’nin karşılıklı etkileşimlerle ve karşılıklı bir çatışma sürecinde giderek bu İslamcılığa geri döndüğünü, aslında merkez sağa yönelebileceğini düşünen biriydim.

Bana sorarsanız, yönelebilirdi de. Ama pek çok aşamadaki pek çok gelişme dolayısıyla tekrar partide İslamcı bir söylem oturdu. Bu yüzden de otoriter bir siyasal tabloyla karşı karşıyayız.

Ben ise öteden beri de şu iddiadayım: İslamcılık, ideolojik olarak zaten de kendi iç tanımları açısından, tutarlı olarak demokrasiyi öngörmez. Benim için asıl önemli olan saha siyasetleri yani “merkez denilen sahada” otoriterlik söz konusudur Türkiye’de.

Oysa bu olgu, AK Parti vesilesiyle iyice göz ardı edilir hale geldi. Ben uzun süredir bunu da yazıp “herkes sağ üzerinde çalışsın” dedim 1990’ların sonunda.  Yani bizim merkez sağ dediğimiz, öyle çok liberal Müslüman demokrat değildir. Aslında aşağı yukarı Türk-İslam sentezi dediğimiz terkiptir, oluşumdur. 

1950’lerden itibaren merkez dediğimiz çevre de çok geçişlidir. Sadece İslamcılıkla değil, koyu Türk milliyetçiliğiyle de geçişlidir. Bizlerin yaşları da müsaittir bunu bilip anlamaya.

1960’lardan itibaren ve 1970’lerde yaşanan şeylere bakıldığında Türk-İslam sentezini benimsemiş sağ kesimin devletle ilişkisi, bu derin devlet ilişkileri nasıl oldu? Demek ki mesele salt AK Parti’den ibaret değildir. Türkiye’nin geçmişinde sağ geleneğin tamamının aslında “otoriter bir mirası” da devam ettirdiğini hesaba katmak lazım.

Bunu genel bir çizgide ifade ediyorlar “Milliyetçi gelenek” diye. Geçmişte de öyleydi zaten. Bugün AK Parti ile birlikte devam etti, ediyor. AK Parti haklı olarak geçmişini mesela Erbakan’a dayandırmıyor. Özal’a ve Menderes’e dayandırıyor. Gerçekten de öyle. Çünkü onların da topluma yaklaşımı Demokrat Parti dönemini hatırlatıyor, bunu biliyoruz: İkinci bir tek parti dönemi. 

Özal için “Sivil başbakan, sivil cumhurbaşkanı” filan denildi. Hâlbuki kendisi siyasi yasakların kalkmasına karşı durdu. Yani adam,  darbenin devamı olan bir anayasaya dayandı. Onun ötesine geçerek siyasi yasakları devam ettirdi. 1987’de eski siyasetçilere siyasal hakların geri verilmesine karşı çıktı, siyaseten yasakların kalkmasını istemedi.  

Ayrıntıya girdim, çünkü sizler ve bizler biliyoruz da gençler bilmiyorlar.  Özal dönemi ve siyasetini öyle bir ballandıra ballandıra anlatıyorlar ki! Özal denilen adam da buydu, yasakçıydı yani. ANAP da buydu. 
 

Şu andaki eğilimleri daha liberal, hoşgörülü ve ileri görünen Demokratlar Konfederasyonu hareketinden bazılarıyla konuşurken şunu çok daha net fark ettim: Bayar-Menderes isimli gelenekten, sizin tanımızla “merkez sağ” gelenek içinden Erbakan ve Milli Görüş çıktı,  Nurcu hareket çıktı, MHP çıktı yani Türkeş çıktı. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi de bu gelenek içinden çıktı. Yani bu gelenek, bir sürü akımın buluşma noktası ve bir çeşit eritme potası gibiydi. Birbirine geçişli fikirleri içeriyordu. Ayrışma sonrası dallanıp budaklandılar. Ancak bu gelenekten gelip ayrışan partiler de köksüz ve nevzuhur değillerdi, arka planı ve geçmişten bu yana süregelen bir damarı vardı.  

Bunlar, devletin otoriterleşmesinin doğrudan kadrolarını oluşturdular. Derin devlet dediğimiz şeyin kadroları buralardan oluştu. Aslında ben bunu hem damar, hem gelenek diye tanımlıyorum. Evet, bir derin damar var. Bir üst damar var. Onu iyi bilip bellemek lazım…  
 

 

Nuray Mert (1).jpg

Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Bugünlerde çok moda ve siz de yazmıştınız. Siyaset-mafya iç içeliğini ve geçişgenliğini açıklar mısınız?

Türkiye’de vardı ama şimdiki Türkiye zaten oraya geldi. Yani mafyaydı ama Türkiye’deki siyasetle daha bir iç içe geçti. Rusya ve dağılan Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki oligarkların durumu da böyledir şimdi.

Avrupa’daki otoriter rejimler, Orta Asya’dakiler hatta İran’dakiler de böyledir. Ama son iki ayda ben bu mafya-siyaset içi içeliğini daha üstten bakarak izliyorum. Konuyu biraz daha açabilir misiniz?

E, tabii zaten konumuz oraya geldi. Ben dedim ya,  bu İslamcılık da yukarıda bahsedilen damarın, sürecin devamı oldu. Yani Türkiye’de AK Parti ile filan başlamış işler değil bunlar. Burada da AK Parti’yi temize çıkarmak veya bu dönemi temize çıkarmak için değil ama geriye bakmamız lazım.

Otoriter süreçlerin yarattığı en büyük problemdir bu. Bana sorarsanız, en büyüklerinden biridir. Tabii, yaşamımızdaki etkileri de öyle. En önemli şey ise geçmişin temize çıkarılmasıdır. Yani bir şekilde, bundan önce Türkiye, sanki böyle bir cennet gibi tanımlanıyor.

Oysa derin devletti, mafyaydı, siyasetle ilişkilerinin daha öncesine bakmadan meselenin özünü ve gerçeği anlamamıza imkân yok. İşte otoriterlik de bunun bir ucudur.  Sadece İslamcılık otoriter filan değil, aslında merkez sağ dediğimiz şey otoriter bir siyaset üretip uyguluyordu.

Gerçekte devletin otoriter politikalarını belirleyen de bu merkezdeki akımlar veya partilerdi. Aynı şekilde bir anlamda devlet dediğimiz de böyle bir oluşumdu.

Yine bizlerin hatırlayacağı ama gençlerin ancak çok meraklısının okuyup bulacağı kontrgerilla meselesi var. Bahsedilen o süreçlerden doğuyor kontrgerilla. Yani onun öncesi de var. Her devletin bir istihbarat kurumu olur kendi varlığını sürdürebilmek için. Aynı zamanda devletin paramiliter, böyle örtülü, gizli saklı birtakım açılımları da vardır.

Soğuk Savaş döneminden gelen ve bize miras kalan bir yapıdır Kontrgerilla. Sadece bizde değil, başka ülkelerde de mesela İtalya’da gizli Gladio adıyla vardı. Daha sonra ifşa edilip açığa çıkarıldı. Niçin? Çünkü İtalya, Soğuk Savaşı en sert geçiren Batı Avrupa ülkesiydi. Üstelik İtalya’daki (kitlesellik kazanmış) Komünist Parti’nin gücüne karşı kullanılmak üzere kurulmuştu.
 

 

NATO ve Gladio kitabının kapağı.jpg

NATO ve Gladio kitabının kapağı

 

Bizde de Kontrgerilla dediğimiz (merkez sağın bir şekilde destekleyip beslediği-FB.) yapı, komünizmle mücadele süreçlerinden çıkmış ve o süreçler içerisinde devletin bir odağı haline gelmişti. Militanları milliyetçi gençlerle birtakım paramiliter yapılar idi.

Zaten yasal, sivil diyeceğim ama tırnak içinde, “Komünizmle Mücadele Derneklerini” hatırlarsınız. İşte oradan devam ederek sokak çatışmalarında sol militanlara karşı çıkan, sağ militanlar denilen bir tarafı devlete göbeğinden bağlı ve devletin komünizmle mücadele aparatları olan yapılardı bunlar.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra da bunlar yine görüyoruz ki devletin içerisinde, devletin aparatı olmaya devam etmişler. Hatta daha sonra bunlar övünülerek, “Avrupa’da Asala’yı bitirdiler” filan diye takdim edildiler. Böylece devletin bu tür aparatlarla iş gördüğü de aşikâr edilmişti. 
 

 

1 Mayıs 1977 Taksim katliamının sırları henüz tam ortaya çıkmadı.jpg

1 Mayıs 1977 Taksim katliamının sırları henüz tam ortaya çıkmadı

 

Mafya bunun neresinde?

Bu tür gizli saklı paramiliter aparat ilişkileri, devletin resmi kurgusunun dışındaki şeylerdir ve sınırı hiçbir zaman belli olmaz. Sıklıkla zaten bu tür şeyler, illegal birtakım ekonomik halkalara bağlanır. Yani mafya halkaları dediğimiz oradaki buluşmada, dünyanın her tarafında devletin legal çerçevenin dışında iş yapmaya, başka aparatlarla iş görmeye başlamasından sonra bunlar ister istemez mafya ile iç içe olur. 

1980’lerden sonra fazladan bir de Kürt meselesi dolayısıyla yaşanmaya başladı bunlar. Yani silahlı Kürt hareketiyle mücadele, terörle mücadele çerçevesinde bu aparatlar giderek daha fazla karıştılar işin içine.

İstihbaratta, devletin diğer organları içerisinde, emniyette ve orduda bir yapılanma haline geldiler. 
O sırada sivil siyasetteki ayağını da bilebiliyoruz. Hâlâ oradan taşanlar var ama o dönemden bazıları, zaten şahıslarda tecessüm etmiş halde devam ediyorlar. Sadece alışkanlık yapılar değil yani. Bazıları şahıslar bazında da vardılar. 1990’ları hatırlarsak, en karanlık olan dönemdi bu açılardan.

O yüzden diyorum ki biz bugünü filan sorgularken bunları da hatırlayalım. Dün de gül bahçesi değildi ülke. Çok karanlık bir yerden 2000’li yıllara geldik biz aslında.  Dediğim gibi herkes de görüyor. O aktörlerin bir kısmı zaten devam ediyorlar bu ilişkiler içinde.
 

 

1 Mayıs 1977 Taksim Alanı. Bir derin devlet-çete tezgahıydı. .jpg

1 Mayıs 1977 Taksim alanı. Bir derin devlet-çete tezgahıydı

 

Biraz da Türkiye’nin genel gidişatından bahsedelim. Seçimler de yaklaşıyor. Neler olabileceğine dair projeksiyon tutabilir misiniz?

Faik Bey, bazen eş dost diyor ki: “2009’da sivil vesayet filan öngörebilmişsin, hem de ne kadar erken zamanda!”  Ben de diyorum ki: Türkiye’de tartışılan (sivil toplum, askeri vesayet, AK Parti iktidarının vesayet karşıtlığı ve demokratlığı gibi konularda-FB.) gaza gelmedim. Geriye ve ileriye bakarak bir fikir yürüttüm, çıkarsama yaptım. Tıpkı Arap Baharı’nda da gaza gelmediğim gibi.

Hatta o zaman da bazı arkadaşlar, Arap Baharı’nın kastederek heyecanla “devrim oluyor” havasına girmişlerdi. Hâlbuki ben, “Bir dakika arkadaşlar, birdenbire devrim oluyor filan havasına girmeyin” dedim. Öyle öngörülerimin olduğu zamanlar vardır. 

Bugün bana “Yarın Türkiye’de ne olacak?” deseniz, “Hiçbir öngörüm yok” derim. Bu kadar mı karanlık? Çünkü hem Türkiye’deki dinamikler artık çok belirsiz yani. Öngörülemez hale geldi. Hem dünyada da durum böyle…

Şunu da unutmayalım: Şimdi biz sürekli Türkiye’ye kapanıyoruz. Türkiye’de muhalefet de öyle davranıyor. Biz, hep Ukrayna’dan falan başladık. Dünya değişiyor dedik. Türkiye’de de siyaseti değerlendirirken bizim dünyanın nasıl değişeceğini de biraz görmemiz ve onu yerli yerine oturtmamız lazım. 

Ben Türkiye ve dünyayı yerli yerine oturtunca, çok kimse pek memnun olmayacak ama onu da söyleyeyim: Bir kere içeride, ülkede özgürlüklerin olmadığı, haksız olduğuna sonuna kadar inandığımız bir şekilde bir mahkûmiyetle Osman Kavala’nın ve pek çok siyasetçinin tutsak olduğu filan bir düzende yaşıyoruz.

Çok ciddi bir sansür var ve söz söyleme hürriyeti filan yok. Bunlara şimdi bir de ekonomik kriz eklendi. Özgürlükten yoksun kalmak bir kesimin canını yakıyor diyelim. Hâlbuki ekonomik kriz herkesin canını yakıyor. Yani böylesi bir Türkiye tablosu var. Ama diğer taraftan demin dediğim gibi dünyadaki bu son büyük savruluş ki o da yani tahmin edilemez bir şey değildi.

Dolayısıyla Türkiye’nin aslında kıymete bindiği dolayısıyla mevcut rejiminin de bir şekilde kıymetlendiği -muhalefetin gözden kaçırdığı- bir zaman dilimindeyiz.  

Bunu muhalefet açısından söylüyorum:  Yok aslında Biden (Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşüyordu ama şimdi) görüşmüyor diye kendinizi oyalamanın bir âlemi yok. Şu bakımdan: İyi olan şeyleri de dillendirelim. Mesela işte Ukrayna tahılının İstanbul’da depolanıp diğer ülkelere gönderilmesi gerçeği var.

Hem tahıl hem de enerji hususunda Rusya’ya şu veya bu nedenle dengeli bir pozisyondadır AKP iktidarı. Bunu siz, onların kabiliyetine yorabilirsiniz. Mecbur kaldılar da diyebilirsiniz.

Eğrisi doğrusuna denk geldi deyin, ne derseniz deyin. Sonuç itibarıyla, bu kadar sorunun içerisinde Türkiye’nin avantajlı olduğu bir durum ortaya çıktı. 

İkincisi ve daha önemlisi şudur: Batı veya AB demokratik kriterlere göre Biden, Demokrat Parti kriterleri türünden ayarların ve ölçütlerin geçersiz olduğunu gösterdi. Bir kez daha çok keskin bir şekilde bunları yaşadığımız bir dönemdeyiz. 

Türkiye’de ben zaten hiçbir zaman AB bizi demokratikleştirecek filan inancında olan biri olmadım. Bir toplum kendi içinden demokratikleşir. Başka biri, size “demokrat ol” filan diyerek olmaz bu işler. Zaten bu anlayışta değildim. Böyle düşünenlerin de artık zaman içerisinde bunu anlamış olması lazım. 

AB’nin filan hiçbir şey umurunda değildir; Türkiye’nin ne kadar demokrat olduğu da. Göstermelik üç tane kınama ile hele dünyada böyle bir krizin yaşandığı bir dönemde kimsenin artık Türkiye demokratmış değilmiş diye aldıracağı falan yok. Böyle bir beklenti muhalefet açısından son derece ters tepen bir şey… Çok milliyetçi biri değilim ama benim için bile ters tepiyor dışarıdan bir beklenti.

Dediğim gibi bir demokrat zaten kendi ülkesinin kendi içinde demokratik olacağını düşünür. Yoksa tepeden toplum mühendisliğinden farkı yok bunun. Ha, AB sizi tepeden demokratikleştirmiş, başka bir şeydir bu ve aslında demokrasi kavramına aykırıdır.

Demokrasinin kendisi zaten birini demokratikleştirir. Yoksa bir proje olarak olabilecek bir şey değil. O yüzden Türkiye’de olmadı zaten.  Şimdi o araya girmeyeyim de… 

Girin lütfen! 

Yani demokrasi projesiyle Irak’a gittiler,  görüyoruz halini ülkenin. Bizde bir kesim arasında  Türkiye’de demokrasi yok kanaati var!  Bir yerde bu, belki insanlar için, aydınlar için bir teselli oluyor. Dünyanın her yerinde durum vaziyet böyle… Sanki bizim ülkemizde demokrasi yok ama o bir yerlerde var. “Orada bir köy var uzakta” gibi bir idealizm, bir hayal.

Tabii, buna da bir çeşit sınıf indirgemeci, bir Marksist bakış açısından dünyaya bakmıyorum. Daha ince bakmak lazım… Şöyle bir şey de var: Siz kapitalizm eleştirisini rafa kaldırırsanız dünyayı anlamakta zorlanırsınız. Şu anda Batı’nın temsil ettiği şey -eğer bir demokrasi idealimiz varsa ve olacaksa- o değildir.

Yani reel sosyalizmi eleştiriyorsunuz da, “Sosyalizm bir fikir olarak iyi ama işte bak hayata geçirildiğinde çok kötü oluyor” diyorsunuz. Benim için demokrasi de öyle: “Fikir olarak çok iyi.” Ama şu ana kadar dünyadaki tecrübelerin hangisi demokrasi, Allah aşkına? Yani bu eleştiriyi saklı tutarsanız ki tutuluyor. 

1980’lerden ve 1990’lı yıllardan başlayarak aslında sol, kapitalizm adını telaffuz etmekten bile rahatsız olmuyor. Kapitalizmin demokrasiyle çatışan bir şey olduğu telaffuz edilmiyor. Öyle olunca da tabii siz arayamayacağınız, olmayan bir yerde demokrasi arıyorsunuz. Sonuçları da bunlar oluyor. Çünkü olursa demokrasi içlerindekiler için değil, başkasına hayırları olacak. Zaten kriter, ölçüt stratejik hesaplarla belirleniyor. 

Ben kendi içlerinde de demokrasiyi biraz sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. Aslında ne kadar demokrasi hayata geçti Batı dünyasında? Nitekim orada da krizler yaşanıyor, demokrasi krizleri yaşanıyor ve işte popülist otoriter rejimler, en sonunda İtalya’da sahneye çıktı. 
 

 

Meloni Reuters.JPG

Giorgia Meloni / Fotoğraf: Reuters

 

Aşırı sağcı Giorgia Meloni kazandı İtalya’daki seçimde. Onu kastediyor olmalısınız!

Son olarak onu ben de yazdım: “Ukrayna’daki savaşın ilk kaybedeni Avrupa oldu” diye. Hem de ekonomik olarak çakıldı Avrupa.  Amerika’nın dayatmasıyla ekonomik değerleri açısından da siyasi krizler açısından da çakıldı.  Şimdi İtalya’da göründü krizin ucu. İtalya zaten sürekli istikrarsızlık yaşayan bir ülke…

“Soğuk savaş”ın en sert yaşanmış olduğu ülke olmasıyla ilgilidir bu da.  Mafya düzeninin devam etmesi hep bu meselelerle bağlantılıdır. İstikrarsız siyaseti olan bir ülkeden bahsediyoruz. Şimdi sağ daha sağa savruldu. İtalya’daki bu ittifak nedeniyle başbakan olacak olan Meloni artık Mussolini’nin partisinin devamıdır.

Fakat bakıyorum da Batı basını sadece araya biraz mesafe koymuş o kadar. Ne diyecekti kadın?  Mevcut zaman ve şartlarda “Yaşasın Mussolini!” diye bağıracak hali yoktu herhalde. Meloni, açıkça “Mussolini kahramanımız” demeyecektir. Biraz mesafeli olacaktır ama o hareketin bir devamı olduğu gerçeği de ortada duruyor. 

Batı basını ve siyasetçileri, beklenenden daha şefkatli yaklaşıyorlar Meloni’ye, demin dediğim çerçeve içerisinde. Çünkü Meloni, Batı’nın Ukrayna’ya silah yardımına evet diyor. Rusya ile ilişkilerin tamamıyla kesilmesini ve yaptırımların tam manasıyla uygulanması gerektiğini düşünüyor. Dolayısıyla bu çifte standart ikiyüzlülüğün doruk noktasıdır şu anda.  Bence böyle bir Meloni’nin söylediklerinde boncuk bulmak şeklinde görülüyor mesele. 

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. 

 

Kaynak: farklı bakış