Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde onunla sayamayacağım kadar çok geziye katıldım. Eğer gezi yurt içindeyse, gezinin bir kuralı vardı: Sabah gidiş yolunda Demirel’e soru sorulmaz; çünkü o gideceği yerle ilgili ders çalışmaktadır.
Bugünkü gibi kocaman ve ayrı kabinli uçaklar yok o zaman. Ata veya Gap uçağında, önde neredeyse diz dize oturuyoruz. Demirel önünde dosyaları açık ders çalışıyor, karşısında Nazmiye Hanım gazeteleri okuyor.
Biz de koridorun öteki tarafında üç gazeteci yan yana dizilmişiz, gazetelere göz atıyoruz. İstikametimiz Trabzon Havaalanı. Oradan hemen helikopterle Hopa’ya gideceğiz. Sonra da Yusufeli Barajının temeli atılacak.
Uçak havada ilerlerken alışılmadık bir şey oldu; Nazmiye Hanım okuduğu gazeteyi katlamaya başladı ve bir yandan da ‘Demirel bak’ diye seslendi. (Nazmiye Demirel başkalarının yanında Süleyman Demirel’e ‘Demirel’ diye sesleniyordu.)
Süleyman Bey, çalışması bölündüğü için hafif rahatsız ama bölen de eşi olduğu için sinirlenmeden kafasını dosyadan kaldırdı; o sırada Nazmiye Hanım da elindeki gazeteyi katlama işini bitirmişti, uzattı Demirel’e. Bir sayfanın dibinde minicik bir haberi okumasını istiyordu ondan.
Biz de tabii pür dikkat, acaba haber ne hakkında diye bakıp görmeye çalışıyoruz. Süleyman Demirel o minicik haberi okudu, ‘Ah be Nazmiye’ dedi ve bir baktık iki koca insan gözleri dolmuş, dokunsanız ağlayacaklar.
Haber şuydu: Süleyman Demirel, 60’lı yıllarda eşiyle birlikte başbakan sıfatıyla Dünya Bankası’nın ve Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütü WHO ile UNESCO’nun desteğiyle Türkiye’de çiçek aşısına karşı bir aşılama kampanyası başlatmışlar. Bugün o kampanyanın artık tamamlandığını, Türkiye’de çiçek hastalığı diye bir hastalığın kalmadığını duyuruyor haber.
Demirel çiftinin gözlerinin dolması ise, her iki ailenin de çiçek gibi basit duran bir çocukluk hastalığına onca kurban vermiş olmaları. Kör olanlar, ölenler…
Demirel sonra döndü bize, ‘Siyasete girme nedenlerimden biri de buydu’ dedi. Başta akrabaları olmak üzere pek çok kişinin büyük derdi olan çiçek hastalığını bitirmek yani…
Siyasetçi siyaseti neden yapar? Onlarca neden alt alta sıralanabilir. Ama çiçek hastalığını bitirmek istemek, köylerin tarlaların susuzluğu sorununu çözmek istemek, siyasete girmek için sahici ve gayet soylu nedenlerdir. Siyasetçi, ama büyük ama küçük bir derdi olan ve o derdi sona erdirmek için siyaset yapan insandır öncelikle.
Tabii, diyelim çiçek hastalığını sona erdirdi, diyelim Urfa tünelini açıp Harran Ovasını suya kavuşturdu diye Demirel ‘Eh, ben yapmak istediğimi yaptım, artık evine döneyim’ demedi. Artık ya gücü sevdiğinden ya yapacak başka şeyleri de olduğunu düşündüğünden siyasete devam etti.
Tayyip Erdoğan neden siyaset yapıyor? Onun da çok kuvvetli ve aynı zamanda çok sahici nedenleri vardı. Bu nedenler arasında başörtüsü hakkını saymamak, Erdoğan’a haksızlık olur.
Geçen gün kendisi de söyledi, o bu sorunun çözüldüğünü, konunun kapandığını düşünüyordu. Hiç beklemediği bir anda konu yeniden gündeme geliverdi. Ve tahmin ediyorum, konunun Kemal Kılıçdaroğlu tarafından gündeme getirilip, ‘Başörtüsüne güvenceyi bir kanuna bağlayalım’ denmesine çok sinirlendi. Çünkü diyorum ya ona göre konu çoktan çözülmüş ve kapanmıştı.
Başörtüsü yasaklarının temelinde bir kanun yoktu, yönetmelik ve Anayasa Mahkemesi’nin bir yorumu vardı. Mahkemenin yorumu değişmiş, yönetmelik de ortadan kaldırılmıştı. Yani sahiden yasak kalkmıştı, sorun bitmişti. Erdoğan kendi baktığı yerden kendini haklı görüyordu.
Ama tabii bir de Kemal Kılıçdaroğlu’nun baktığı yer var. O da, başörtüsü düşmanı gibi gösterilmekten bıkmıştı ve bu imajın seçilmek için oylarına muhtaç olduğu muhafazakar kesimde bir çekinme nedeni olmasını istemiyordu. Bunu güvenceye alan bir yasayı önermenin iyi bir fikir olduğunu düşündü, o yüzden yaptı önerisini.
Siyaset, maalesef erkekler dünyası. Siyasetçiler de, ‘siyaset analisti’ geçinen benim gibiler de çoğunlukla erkek. Oysa başörtüsü kadınlar dünyasını yakıp kavuran bir sorun ve bir erkek olarak bu sorunun minicik bir kenarını bile anlayabilmemiz, daha doğrusu idrak edebilmemiz aslında mümkün değil. Ama konuşuyoruz işte.
İlk konuşanlar futbol benzetmelerine başvurdu, ‘Kılıçdaroğlu gollük pas verdi’ dediler. Hem iktidar cenahından bunu söyleyenler oldu hem muhalefet cenahından. Erkek her şart altında erkek işte.
Aaa, bir de ne görelim, kızlarını üniversite okusunlar diye yurt dışına göndermek ve bunun için de başkalarına el açmak zorunda kalmış bir baba olarak Tayyip Erdoğan da aynı benzetmeye katılmaz mı?
Kendi santrforluğunu hatırlatan Tayyip Erdoğan, gollük pastan da söz ettiğine göre bu konuyu artık ‘çözülmesi gereken bir sorun’ olarak değil, siyasetçi olarak kendisine avantaj veya dezavantaj getirecek bir mesele olarak görüyor. Bu anlamda pozisyonu Kılıçdaroğlu’ndan çok da farklı değil artık.
Başörtüsü, kimsenin kalesine atılacak bir gol falan değil, bir temel hak. Erdoğan’a bunu hatırlatmak ağır geliyor.