27. 08. 2018 Pazartesi
Turkey Analyst sitesi için krizin öyküsünü kaleme alırken, son iki yıl boyunca Türkiye ekonomisi ile ilgili yayınlanan yatırım raporlarını taradım. Bir şey net: 2017 yılının ortalarından başlayarak, Türkiye´yi takip eden bütün analistler, ?Böyle giderse ekonomi duvara toslar? diye uyarmış. Kısacası evet, daha önce söylenmiş olduğu gibi göz göre göre gelen bir kriz bu.
İyi de merak etmiyor musunuz, bunca uyarıya rağmen bu kriz nereden çıktı?
Benim tezim, yaşadığımız kur krizinin başkanlık sistemine geçişin bir sonucu ve/veya yan etkisi olduğu şeklinde.
Tersinden söylersek, başkanlık referandumu ve 24 Haziran başkanlık seçimleri olmasa, bu kriz de olmazdı.
Gelin, kur krizinin izini sürelim; bakın, kendimizi nerede bulacağız...
Krizin kaynağına ilişkin dünyada iki görüş var. Birinci görüşe göre Türkiye geçtiğimiz yıllarda kendi parasıyla değil, dünyadan aldığı borçla büyüdü. Amerika, 2008 Krizi´nin 1929 benzeri bir buhrana dönüşmesini engellemek için ?parasal genişleme? politikasını uygulamaya koymuştu. Borçlanmak isteyene para çok, faizler düşüktü. Bu dönemde Türkiye borçlandıkça borçlandı. Ekonomi büyüdükçe büyüdü. Neticede özel sektör borcu, cari açık ve enflasyon patladı.
İkinci görüşe göre ise ekonomide büyük bir sorun yoktu; yaşadığımız kriz bir komplo...
Fakat rakamlar ortada: Türkiye 2018´e dev bir cari açık, dev bir dış borç ve yüzde 15´e dayanan bir enflasyonla girmişti. Patates fiyatının üç kat artması Amerika´nın komplosu mu?
Komplo teorilerine meraklıysanız patates fiyatındaki artışı bile Amerikan komplosuna (Veya Rotschild´lere, İngiliz derin devletine, Illuminati´ye vb.) bağlayabilirsiniz.
Fakat bu, bilimsel bir akıl yürütme olmaz. Başkalarını kendinize inandırabilmeniz için kanıt göstermeniz gerekir.
Buna (yani patates ve lüks araba ithalatındaki patlamanın arkasındaki yabancı parmağına) dair kanıt gösterilmediği sürece, ilk görüşü dikkate almak zorundayız.
Forbes dergisi yazarı Jesse Colombo, geçtiğimiz hafta Türkiye´nin borçla büyümesine dair çok çarpıcı grafikler paylaştı. Önce özel sektöre verilen kredilerdeki artışa bakalım. 2010 ile 2017 arasında tam 6 kat artış yaşanmış.
Aynı dönemde bireysel tüketicilere yönelik kredilerde de patlama yaşanmış. (Beş kat artış.)
Krediler patlarken, özel sektör borcunun gayrisafi yurtiçi hasıla içindeki payı da patlamış:
Peki bu değirmenin suyu nereden gelmiş? Özel sektör şirketlerine ve bireylere verilen kredilerin kaynağı neymiş?
Elbette dış borç. Bu dönemde Türkiye´nin toplam dış borcunda korkunç bir artış yaşanmış:
Yani Türkiye otobanda 100 kilometre hızla gidiyorken gaza basıp 240 kilometreye çıkmış. Ama araba Porsche değil Renault Symbol olduğu için sağa sola savrulmaya başlamış.
Böylece geliyoruz kritik soruya: Neden kimse frene basmamış? Neden kredilerdeki büyümeyi, Türkiye´nin dış borcundaki artışı yavaşlatıcı önlemler alınmamış?
Bu soruyu yanıtlamak için frene basma ihtiyacının ne zaman ortaya çıktığını, yani ekonomiden aşırı ısınma işaretlerinin ne zaman gelmeye başladığını bulmamız gerekiyor.
Yazının girişinde belirttiğim gibi aşırı ısınma uyarısı, yabancı yatırım bankalarının raporlarında 2017 yılında yer bulmaya başlamıştı.
2017 yılında cari açık patlama yaparak kriz habercisi olarak görülen gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 5´i seviyesini geçti.
Aynı anda enflasyon da patlayarak, uzun zamandır ilk kez çift haneli rakamlara (yüzde 10 ve üzeri) yükseldi.
2017´nin sırrı neydi? Neden enflasyon ve cari açık bu yıl patladı?
2017´de başkanlık sistemiyle ilgili referandum yapılmıştı. Referandumun hemen öncesinde özel sektöre 250 milyar TL´lik KGF kredisi dağıtıldı (KGF kredileri dolar değil TL cinsindendi). İnşaat, otomotiv, beyaz eşya, mobilya sektörlerinde satışları canlandırmak için vergi indirimlerine gidildi.
KGF kredileri ve vergi indirimleri işe yaradı, ekonomide büyük bir canlılık yaşandı.
Başkanlık sistemi kıl payı kabul edildi. Ekonomik canlanma paketi olmasa referandumdan hayır çıkma ihtimali yüksekti. (Ekonomik büyümeyle iktidar partisinin oy oranı arasındaki ilişki araştırmalarla sabit.)
Türkiye 2018 yılına yeniden ?kırılgan? bir ülke olarak girmişti.
Bir zamanlar ?Kırılgan beşli? olarak adlandırılan diğer ülkeler, Hindistan, Endonezya, Brezilya ve Güney Afrika, cari açıklarını yoluna koymuşlar, geriye tek kırılgan ülke olarak Türkiye kalmıştı. (Cari açığı yüksek ülkelere ´kırılgan´ adı veriliyor.)
2018 başında uluslararası finans kuruluşlarının ve yabancı yatırım bankalarının raporlarında Türkiye ekonomisi ile ilgili alarm zilleri çalıyor, ekonominin bir an önce yavaşlatılması gerektiği uyarıları yapılıyordu.
İyi de bekara, yani yabancı yatırımcıya karı boşamak kolay. İktidar, başkanlık seçimine hazırlanıyordu. Seçime beş kala ekonomide frene basmak intihar olurdu.
Eski sistem olsa, iktidar partisinin oylarında yaşanacak üç - beş puanlık gerileme sorun çıkarmazdı belki ama başkanlık sisteminde bir oy bile altın değerindeydi. Yüzde 50 + 1 zorunluluğu iktidarı seçim ekonomisine mecbur bırakıyordu.
Nitekim 2018´in ilk üç aylık döneminde de hızlı büyüme sürdü. Bu dönemde ekonomi yine yüzde 7.4 büyüdü.
24 Haziran´da yapılan seçimleri iktidar partisi kazandı.
Bu arada bardak dolmuştu. Taşması artık bir damlaya bakıyordu.
Bardağı taşıran son damla, Rahip Brunson krizi oldu...
Başkanlık sisteminin, seçim ekonomisini zorunlu kılması sebebiyle bundan sonra da ekonomik krizlere gebe olduğunu düşünüyorum...